Yalnız bir parkın tedirgin bir bankında oturuyorum. Çevremdeki kaldırımlar ve yollar suratsız, renksiz, şekilsiz bir insan kalabalığıyla sarılmış ve hareket halinde. Boz rengi ceketine tütün gibi sarınmış ve sararmış bir adam, alelacele döndürülen sigara misali her adımda tükene tükene yürüyor karşı kaldırımdan. Ardından da tesbih adımlı, dua suratlı izbandut gibi bir kadın. Öyle dindar ki bakışları, durdurabilsen hayatın anlamını veya tadını sormak istersin, acelesinin nedenini bir de. Ardından yaşı iki basamaklıları ancak görmüş bir çocuk, bakışları önüne kilitlenmiş adımları aceleci geçiyor yanlarından. Hepsi teker teker yalnızlar ama toplasan kalabalıklar, ya da gerçekten çok yalnız bir kalabalıklar. Ve onlar aslında orada değil. Tamam, gözlerimin önündeler, yürüyorlar, acele ediyorlar, somurtuyorlar, telefonla konuşuyorlar, gündemi takip ediyorlar, eşlerine kızıyorlar, çocuklarına kızıyorlar, geçmişlerine kızıyorlar, annelerine söyleniyorlar ama hepsi ayrı ayrı ve hep birlikte başka başka yerlerde yaşıyorlar. Gözleri önlerinde hayali bir noktaya kilitlenmiş, sırtlarından kurulmuş oyuncaklar gibi mekanik hareketlerle işgal ediyorlar eğri büğrü sokakları. Sonra işte, bu kadar acele niye diye soruyorum kendi kendime. Zaman geçmiyor mu yıllar tükenip sonunuz gelmiyor mu böyle acele edince? Sanki öyle bir hıza ulaşacaksınız ki ışık hızına ulaşıp boyut atlayacaksınız filan, öyle bir umut mu ki hepinizin içinde? Bir şeyler biliyorsanız söyleyin bana da, kimseyle konuşmayalı neler kaçırdım bilmiyorum.
Son zamanlarda kendi kendime ettiğim muhabbetlerin vardığı nokta daha çok kendim ve daha da çok kendim. Kendimce, kendi düşüncelerimle, kendi halimde. Kendim sandığım ve itinayla kendimin sandığım kavramlar kendimin değilse kimin bilmiyorum. Kendi sesimden başka duyduğum diğer ses, beynimde çoğalan yine kendi sesimin yankısı olduğu düşünülürse kendi'ler kendim'ler filan hepsi hayalden bozma yani. Düşünüyorum o halde kayboldum. Zaten herkes farklı sonuçlara ulaşıyor diyalektiğini sevdiğim benliklerde.
Ne diyordum. Yalnız bir parkın tedirgin bir bankında oturuyorum diyordum. Acele telaşlar, acele gülüşler, acele sevinmeler, acele sevişmeler, acele üzülmeler, acele sessizlikler, acele ayrılıklar görüyorum. Birileriyle ayaküstü tanışmalar, henüz sarılmadan okşamalar, daha anlamadan gülüşmeler, ruhundan önce bedenini keşfetmeler ve hep içi boş sevişmeler... Hepsi, her şey, herkes alelacele. Sanki el yordamıyla bulunuyor artık sevgiler. Acele ettikçe eskitiyorlar, eskidikçe yenilerini alıyorlar, tekrar tüketiyorlar, sonra tekrar ve tekrar... Seri üretimden muzdarip, ucuzluyor tüm duygular. Ve onlar hala hiç bir şey olmamış gibi yürüyorlar, yürüyorlar, yürüyorlar. Ben hala yalnız bir parkın tedirgin bir bankında otururken başka bir takım insanlar da, gerçekten bulundukları yerdeler; fiziken ve ruhen-ve yürmüyorlar.Bu insanlar şu anda hastane odalarında, yoğun bakım kuytularında, acil servis yataklarında yaşam mücadelesi veriyorlar-ve gelecekte değil şimdide yaşıyorlar. Karnı boydan boya kanserle, zehirle dolu bir teyze, bünyesinin kaldıramayacağını söyleyen cerrahlara inat ameliyat olmak için ısrar ediyor. Genç bir çocuk arkadaşlarıyla okula gitmek yerine zamanının çoğunu hematoloji polikliniğinin koridorlarında raporlarla, iğnelerle, muaynelerle, takiplerle geçiriyor. Güzel bir kız yarım saat önce gittiği piknikte alerjisi olduğu arı tarafından sokulduğu için nefes alamıyor. Mosmor dudaklarıyla yardım isteyen bakışlarıyla, üstünü başını yırtarak hayattan bir şans daha diliyor. Aynı saatte yoğun bakımda altmışını yeni geçmiş sirozlu bir adamın kalbi bu stresi daha fazla kaldıramayacağına karar verdiği için duruyor. Ve istisnasız hepsi şu anda yaşamak için vişne suyuna dönmüş kanlarıyla, enjektörlerin delip patlattığı damarlarıyla, pelteye dönmüş vücut kaslarıyla ve deli gibi çarpan kalpleriyle bir kaç saat fazlası için inat ediyorlar. Çoğu tatsız tuzsuz besinlere, şeker yerine tatlandırıcı içeren ürünlere, doz doz ayarlayacakları insülinlere ve boy boy haplara razı, bedenlerinden ikinci bir şans diliyorlar. Ve o insanlar orada. Evet gerçekten oradalar. Ölüme bir kaç saniye kala, hiç biri eşlerine, çocuklarına, geçmişlerine, geleceklerine, kaderlerine kızmıyor; annelerine, babalarına, patronlarına, iş arkadaşlarına söylenmiyor; o gün kaçırdıkları toplantıları, sinema seanslarını, yeni çıkan kitapları, vizyona girememiş festival filmlerini, ülkenin halini ve hatta akşam yemeklerini nereden sipariş edeceklerini, belki de son zamanlarda biraz göbeklendiklerini, şu günlerde biraz dikkat etmeleri gerektiğini veya komşunun kızının yeni getirdiği zayıflama formüllerini düşünmüyor. Evet, hiç birini düşünmüyor. Ve ben hala yalnız bir parkın tedirgin bir bankında oturuyorum. Acele yaşamları, alelacele bitişleri, acele telafileri, acele savaşları, acele barışları izliyorum. Onlardan biri olmak istemiyorum.