Pazar

Çukurlarımız, vadilerimiz

Hayatta olmanın bir büyüsü yok mu şimdi? Kuşlara bakmanın, kedilerle konuşmanın, ağaçlara sarılmanın? Tarihi geçmiş aşkların hiç mi yenilip yutulacak yanı yok? Heyecanlarımızın pili mi bitmiş, kıyıda köşede kalmaktan merakımız mı küflenmiş? Ne olmuş bize? 

Sebep olarak doğadan uzaklaşmış olmamızı düşündüm bir süre. Hani kızılderilileri anlayamadığımızı, bırak onu aslında kendi tarihimizi bile anlayamadığımızı yani şamanik kültürümüzü ve toprağa bağlı köklerimizi filan. Tüm yozlaşmışlıklarımızı ve düşük motivasyonumuzu buna bağladım. Ama sonra fark ettim ki biz önce birbirimizden uzaklaşmıştık. Yani senden ve benden, ondan ve diğerlerinden, kadınlardan ve erkeklerden, canlılardan ve bedenlerden. Herkesten. Yani gerçekten herkesten.

Hayatımızı güzelleştiren ve yaşamı mücadeleye değer kılan yegane şeyin ilişkilerimiz olduğunu unutuverdik birden. Giderek soluklaşan ve bataryaları azalan telefonlarımızın ışığında, sevdiklerimizin önce gözlerini unuttuk. Ardından seslerini ve hislerini. O kadar yapay bir parlaklığa hapsolduk ki içimizdeki aydınlığı unuttuk. Uzak doğu felsefesini gülünesi bir coğrafi mesele sandık, içeriğini anlamaya çalışmadık. Ama halbuki hepimiz el ele tutuşan kağıt bebekler gibi değil miydik? Farklı desenlerimize ve boyalarımıza rağmen aynı kağıdın çocukları değil miydik? Yırtılsak da, yıpransak da öyleydik. Hamurumuz aynıydı, mayamız aynıydı. Kanımız, damarlarımız, gözlerimiz, ağzımız, ellerimiz aynıydı. Unuttuk işte. Bunları tamamen unuttuk. Atomlarımızın aynılığını, atomlarımızın elektronlarının aynılığını, atomlarımızın elektronlarının arasındaki boşluğun aynılığını, atomlarımızın elektronlarının arasındaki boşluğun boşluğunun aynılığını... Tüm boşlukların ve boşlukların boşluklarının aynı olduğunu ve boşluğun tamamen boş ve tek olduğunu. Unuttuk. 

Ben insanlara dokunmayı hep sevdim. Onların hislerine, gülüşlerine, mimiklerine, hayallerine ve düşlerine. Ve onlara her dokunduğumda kendime de dokunduğumu hissettim. Aramızdaki görünmez bağları hissetmek için önce duvarlarımızı ve engellerimizi aşmamız gerekiyordu ve bunu yapmak için de önce utangaçlığımızı yenmemiz gerekiyordu. Bir insana karşılık beklemeden seni seviyorum diyebilmekle başlardı her şey. Beğendiğim ve takdir ettiğim özelliklerini garip olur mu diye baskılamaktan ziyade söze dökebilmekle başlardı. Ve öyle başladı. Söze dökülmüş hisler vücuda kavuşmuş ruhlar gibi aramızda gezindiler, sevildiler, bilindiler. 
İnsanlar aynı özden yapılmış bambaşka renkler gibiydi ve daha başka, daha farklı renkler olabilmek için karışmak gerekiyordu. Ne kadar çok renkle karışırsan o kadar çoğalıyordun, o kadar beyaza yaklaşıyordun, tersine ne kadar yalnızlaşırsan o kadar az, düz ve çorak devam ediyordun hayatına.

Ve ben zaten pürüzlerimi de, saçaklarımı da, korkularıma karışmış hesaplaşmalarımı da, umutsuz karmaşalarımı da kurduğum ilişkiler sayesinde çözebiliyorum ya da elimden geleni yapıyorum diyelim. Her ilişkimle, karmakarışık çatışmalarımdan ve hesaplaşmalarımdan, ilmek ilmek hassasiyete ve umuda ayrılıyorum. Bir insanı tanıdıkça, kendi kuyularımın dibindeki aynaları görüyorum; göz yanılmalarımı, ilizyonlarımı ve abartmalarımı. Dibime yaklaşıyorum. 

Dibimize yaklaşıyorum.

Kadın, erkek ve çocuk

21.yüzyılın içinde inatla kendine yer edinmeyi başaran distropik bir cehennemde yaşamaktayız. İçinde bulunduğumuz bu korku toplumunda iki t...

Haftanın en çok okunanları