Çarşamba

Kadın, erkek ve çocuk

21.yüzyılın içinde inatla kendine yer edinmeyi başaran distropik bir cehennemde yaşamaktayız. İçinde bulunduğumuz bu korku toplumunda iki tane ana cinsiyet modeli karşıt kutuplarda konumlanmakta ve tam da yin yang gibi birbirini tamamlamaktadır. Biyolojik özellikleri ayırmaktan ziyade toplumsal konumları ve görevleri ayıran keskin bir sınır tarafların üstlerine başlarına yapışan bir takim sıfatlar ekler: “yönetilen, kaburgasından yaratılan, itaat eden, korunmaya muhtaç, narin” sıfatları hemen “kadın”ın önündeyken, “yöneten, sözü geçen, kuralları uygulayan, koruyan” da “erkek”in ruhuna karışır. Burada göze batmadan yaşamanın kuralı çok basittir. Hayatta kalmak için nasıl güçsüz güçlüye itaat ederse, nasıl zorbalığa sessiz kalıp kaderini kabullenirse, işte aynı şekilde kadın da erkek de yerini bilip ona göre yaşamalıdır. Kimse kimsenin sıfatını ödünç almaya çalışmadıkça huzursuzluk çıkmaz, sistem onu zehirli oklarıyla yaralamaz. Kadın bir koruyucu bulur, bu değişmez olarak bir erkektir. Hemcins kabul edilemez. Yani kronolojik sırayla gidecek olursak önce baba, ardındansa bir koca bu görevi üstlenir. Çünkü toplumun öğretilerine göre kadın biyolojik yapısı gereği zayıf ve hayatta kalmak için desteğe ihtiyacı olan bir canlıdır. Kendi kendine varolacağını ve bir koruyucuya ihtiyacı olmadığını söyleyen kadın bir asidir ve bir takım dışlayıcı etiketlere maruz bırakılır. Toplum için varlıkları bacaklarının arasındakinden ileriye gitmeyen bu iki cinsiyetin ödemesi gereken bedeller belki açlıktan ölmek değildir ama sevgisizlikten de ölünebilir. Yavaş yavaş, içten içe bir ölümdür bu ve çoğu kişi bunu göze almak istemez.
Peki bu algı yönetiminin amacı nedir? Tek bir kelime: Çocuk. Nesilden nesle aktarılan tüm bu beyin yıkama seremonisi nesli devam ettirmek adına, her ay doğurgan döneminde ortaya çıkan bir yumurta ve onu dölleyecek bir spermin kavuşması içindir. Buna teşvik için kadının zayıf gösterilmesi şarttır zira kendi kararlarını bağımsız olarak verebilecek bir canlı kontrol altında tutulamaz. Üreme onun insiyatifine kalan bir eylem olduğu zaman ortaya çıkan yüzde elli şansı sistem riske atmayı istemez. Çünkü onun ucuz iş gücüne, askere ve güdülecek bir sürüye ihtiyacı vardır. Kadının seçim şansı toplum baskısı ve cinsiyet adaletsizliği ile elinden alınır ve bu seçim onun kararı olup olmadığından bile asla emin olamayacağı bir sürece teslim edilir. Kimi zaman daha insancıl sözlerle de bu süreç desteklenir. “Anne cennet kapılarının ortasındadır.” (...) “Cennet annelerin ayakları altındadır.” (...)  Kadının nihai görevi anne olmaktır, bu karanlık sisteme asker olabilmeleri için olabildiğince çok çocuk vermektir ve pek tabi, insan soyunu devam ettirmektir. Bu, kadınların biyolojik kaderidir. Kadın hamile kalamadığı her ay rahminden kan ağlayarak cezalandırılır. Toplum bu cümleleri kurmadan sinsice bizi buna inandırır. Kimse yemek yemediği zaman salgılanıp boşa giden sindirim enzimlerinin hesabını sormaz ya da güneş görmemesine rağmen 21 günde bir dökülen ölü hücreleri ayıplamaz. Ama evli bir kadına kanadığı her ay doğmayan çocuğun hesabını sormak bu toplumda hak gibi görülür. Sistem, kadının bu yüzden varolduğuna toplumu zaten ikna ettiği için bunun sorulmaması saçma olur. 

Dengeniz kahrolsun


Volkanik patlamalardan çıkan kaynar lavların, soğuyup sertleşince geride bıraktığı şey her zaman kötü anılar değildir. Yaptıkları yıkım sonrası bıraktıkları telafi, bir kaç kaya parçasıyla okyanusta yüzen bir kaç adacık olabileceği gibi, mücevherlerin ana karakterleri olan bir kaç değerli taş da olabilir. Söylentilere göre M.Ö. 1650'de Santorini'de meydana gelen volkanik patlamada tüm canlılar yok olmuştur. Böyle bir felaketten sonra oluşan ve zerafetle parlayan yemyeşil bir yakut şu an tasasız, güzel ve zengin bir kadının gerdanında ışıl ışıl parlıyor olabilir. Eğer bu varsayım doğru olsaydı o zaman felaketler ve oluşan pahalı ödüller birbirini dengelemiş sayılır diyebilir miydik? Eksiler artılarla toplanınca kocaman, şişman bir sıfır eder mi?

 Aslında doğanın en keskin kavgalarında, en kızgın savaşlarında bile bu sorunun yeri yoktur. Yavru bir geyiğin çiçeği burnunda annesinin etini, acımasızca kemiklerinden ayıran kuvvetli aslanın karnı doydu diye, bir ailenin parçalanmasına değer miydi? İşte o da böyle bir sorudur. Doğada, ahlaki düzeyde bir denge kavramı yoktur. Ya da sıfırlar diyelim, hangisini tercih ederseniz...
 Kısacası yıkımların telafilerinin kendi içinde bir anlamı olsa da aslında hiç bir şey hiç bir şeyi dengelemez. Çünkü aynı nehirde bile iki kere yıkanılmaz ki aynı ağırlıkta iki olgu birbirine denk düşsün. Ama yine de her şeyden önce dengeyi zaman faktörüyle bir daha düşünün. 

 Hayat her yıkımın ardına kötü sonuçlar iliştirip seçeneklerinizi kirletmez, hemen karamsar bir havaya bürünmeyelim. Dedim ya ışıl ışıl taşlar, karnı tok sırtı pek aslanlar falan... Hayat irili ufaklı süprizler de bırakır boşalan koltuklar için. Mesela ak sakallı bilge bir amip yeni hücreler oluşturmak için bölündüğünde kendisi varoluş penceresinden ölmüş kabul edilse de geriye iki minik yavru amip bırakır. Yeni hayatlar yeni umutlar... Ancak hani olur da oluşan yavrular, mikroorganizmalar dünyasına yararlı işler yapamazlarsa-ki bu herhangi birimizin kanlı ishalle tuvaletlerde sürünmemeniz anlamına geliyor-o zaman bu ilk amipimizin boşuna öldüğü anlamını mı çıkarıyor?

O zaman hayat nedir? Bence, yine de dengededir. 
Yin yang işaretini bilirsiniz. Birbirlerine kucak kucağa sarılmış bir siyah ve bir beyazın mesafeli aşkının simgesidir. Her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülüğün içinde de bir iyilik... Zeytin yağı ve su gibi, hiç karışmayacaklarını bilerek ve hiç birbirlerine karışmayarak... Ancak yine de dengededirler. Yoksa bir yin yang işaretimiz olmazdı, onun yerine gri bir dairemiz olurdu. Demek ki neymiş? Denge varmış. Ya da iki rengin birbirine karışmayacak kadar saygısı... Artık hangisini tercih ederseniz.

Elmasın sırf karbondan oluştuğunu Fransız kimyacı Lavoisier 18. yüzyılda bir elektron mikroskopunda onu inceleyerek anlamadı. Elması yaktığında elinde kalanın sadece bir parça karbondioksit gazı olduğunu gördüğünde durumu kavradı.
O zaman demek ki hayat biraz da riskmiş. Ya da belki de merak uğruna elmasa kıymayı bilmekmiş. Artık siz ne derseniz.

Yıkımların ardından kazançlar, kayıpların ardından doğumlar gelir dedim, peki gerçekten bu dünyada yasalar hep böyle midir?
Bilmem, sen de bilmezsin bence. O da bilmez. Himalayaların tepesinde bulunan yüksek tapınaklardaki budist rahipler bile bilmez. Bilgisizlikten ruhlarımız kurumuş zaten bizim, topyekün insanlar olarak yani.
Ama çözüm aranabilir. Ve çözümler her zaman karmaşık formüllerle ya da bir dağın tepesine yollanan emrivaki ayetlerle gelmez, bazen gerçekten çok basittir. Örneğin NASA uzaya astronot gönderdiğinde, tükenmez kalemlerin yer çekimi olmadığı için mürekkebi kağıda akıtamayacağından, çalışmayacağını bilemezdi. Bunun üzerine 12 milyon dolarlık bir çözüm bularak yer çekimsiz ortamda yazabilen bir tükenmez kalem icat etti. Gerçi Rusların çözümü biraz daha pratikti: kurşun kalem kullanmak. Yani bunu şöyle söyleyelim: basit çözümler vardır.

Neyse çok dağıldık. Sonuçta hayat riskler, dengeler ve süprizler toplamıdır. Daha da güzeli, yaygın kanının aksine aslanlar değil amipler kraldır.

Not: İnanmıyorsanız tüm doğal felaketlerden sağ kurtulma ihtimalinin, tek hücrelerden mi yoksa çok hücrelilerden mi yana olacağını biraz düşünün. Öptüm.

Kadın, erkek ve çocuk

21.yüzyılın içinde inatla kendine yer edinmeyi başaran distropik bir cehennemde yaşamaktayız. İçinde bulunduğumuz bu korku toplumunda iki t...

Haftanın en çok okunanları