Pazar

Hüzünlerime gülüyorum

Bir yerlerde insanlar işkence edilerek öldürülürken, canlı canlı yakılırken ve yardım çığlıklarından sapıkça keyif alan insanlarca tecavüz edilirken; bir yerlerde küçük çocuklar kahkahalarla annelerinin kucaklarına koşuyor, sevgililer kavuşuyor ve birbirini tanımayan insanlar birbirlerinin yardımına koşuyor. Araya nokta koymadan bunca tezat kelimeyi aynı cümlede kullanınca bile etkilerini birbirlerine sarılıp yok edemiyor, hiç biri değerinden bir harf dahi kaybedemiyor. Ama benim içim acıyor, kalbim tüm gürültüsüyle göğsümü parçalıyor, kanıyor. Sesim kısılıyor konuşmak istediğimde, boğazımda bir hıçkırık düğümleniyor. Ya da gülüyorum bazen, saatlerce. O kadar sesli gülüyorum ki, yan masadan şikayet ediyorlar da biraz sessiz olabilir misiniz, diyor hüzünlerim. Hüzünlerime gülüyorum. 
 Hayatı tanımlamaya çalıştığımda, elimde kocaman bir sözlük kalınlığında bir sürü sözcük birikiyor, avuçlarımdan, eteklerimden taşıyor. Ama yine de bir araya getirdiğimde bir paragraf edemiyor. Beynim farklı zamanlardan yüklemler, farklı çekimlerde kelimeler kusuyor. Sonra düşündüğüm dille hissettiğim dil birbirine karışıyor. Bir de bakıyorum ki kavramlarım yollarını şaşırmış, neyin doğru neyin yanlış olduğunu unutmuşum. Gerçi doğru ve yanlışın da içini boşaltıp pamuklarla dolduralı renkleri teker teker solan saç tellerim kadar zaman olmuş. 
 Sınıflandırmanın ve sınırlamanın sadece ruhu zehirlediğini, doğrunun ve yanlışın atalarımızın konuşma yetisini kazanır kazanmaz bizimle dalga geçmek için ürettikleri bir şaka olduğunu ve hepsinden önemlisi hepimizin kayıp parçalarını er ya da geç bulacağını düşünmeye devam edeceğim. Eğer fazla hayalperest ya da Pollyanna gibi geliyorsam kulağa, daha fazlasını söylemem sonucu değiştirmeyeceğinden, şu an buradan devam edeceğim: evet, bir gün herkesin anlamayı ve sevmeyi öğreneceğinden de eminim. Bir gün içimdeki dayanılmaz boşluğu doldurmanın ya da onunla barışmanın bir yolunu bulacağıma emin olduğum gibi. 
 Ve o günler gelene kadar, hayatın tüm tezatlıklarına, tanımsızlarına ve muğlaklığına rağmen, yine gülmeye devam edeceğim. Bazen ağlayacağım, öfkeden ya da acıdan boğazım yırtılana kadar çığlıklar atacağım, hatta bazen ölmeyi bile düşüneceğim. Ama ardından en acılı gecelerin bile sabahında beliren güneşin ışığı gibi, hep kahkahalarla güleceğim. 

Çarşamba

Kemiklerin üzerine söylenen şarkılar

Güneş yine pek cömert bugün, tane tane dağılıyor elbisemin örtemediği köşelerime. Tenimin bronz çağındayım ama yaralarıma sorsan çoktan demir çağını da aşmış durumdayım. Bulutlar da çok güzel, gökyüzüne rastgele atılan pamuk parçaları gibi dağılmışlar her yere. Biraz daha zıplayabilem üstüme başıma dökülecekler, gözeneklerime sinecekler. Neyse, böyle de herkes halinden memnun.

Bugün sabah kalkıp yoga yaptım vücudumu uyandırabilmek ve içimi biraz daha temizleyebilmek için. Papatya çayı içtim bir de, sıkıntılarım biraz sulansın, açılsın renkleri. En son ismi portakala benzeyen o ülkede bırakmıştım halbuki, pek çok alışkanlığımla ve arkadaşımla birlikte. Her yeni ülke, bürokratik bir kaç işlem ve oturma izniyle birlikte yeni alışkanlıklar da istiyor senden. Bense lavanta kokulu bu yeni şehirde tekrar aynı alışkanlıklarıma dönüyorum. Tuhaf geliyor ama işe yarıyor. Rahatlıyorum.

İçimde midemden kalbime doğru uzanan bir okyanus var, kaburgalarımın arasından dalga dalga kemiklerime ve iliklerime çarpıyor. Bazen köpürüp hırçınlaşıyor, özellikle anlamsız ve sıkıntılı rüyaların sabahında. Ama sonra yatışıyor. Ağrılarım azalıyor. Bir yelkenli indiriyorum okyanuslarımı birbirine bağlayan boğazımdan. Rüzgarın onu hangi kanallarımdan geçirip hangi adalarımda dinlendirdiği mühim değil; eninde sonunda yüzmeyi öğrenmiş bir yelkenlim olacak. 

Ve ben de artık hislerime güvenmeyi öğrendiğime göre şu oyuna bir üst level'dan devam edebilirim sanırım, mantarları tek tek toplayıp prensesi kurtarmaya çalışmaya. Hayatta aldığın dersler bazen yıkıcı olabiliyor ama fırtına dindiğinde öğrendiklerinden kendine masallar yapabiliyorsun. Ki bu en zevkli kısmı.

O zaman buraya kısa bir masalın güçlü bir anafikrini bırakıyorum ki unutulmasın: fırtınalardan sonra, ilk önce kemiklerine bak. Hala oradalarsa bil ki senin için fazlasıyla umut var. Ama parça parça olmuş ve her tarafa dağılmışsalar da üzülme çünkü La Loba hepsini toplayıp senin için özenle sıraya dizer. Ve şarkısını bitirdiğinde tekrar nefes alabileceğinden emin olabilirsin. Sadece Rio Abajo Rio'ya girmeye biraz cesaretin olsun, kalanı kendiliğinden gelir.

Salı

Ayrımlar sadece gözlerde


 Bambaşka ülkelerin bambaşka şehirlerinden gelen bambaşka kadınların veya bambaşka erkeklerin-aynı evrimsel sürecin çocuğu olmak dışında-kaç tane ortak noktası bulunabilir? Kültürlerinin oturduğu tabanın farklılığı ya da yeme alışkanlarından günlerini planlama şekillerine kadar barındırdıkları varyasyonlarlar insanları birbirlerinden ne kadar farklı kılar, ne kadar uzaklaştırabilir?
 Kendimi, hayatı boyunca başka dilleri konuşmuş, başka bayramları kutlamış, başka dinlere inanmış ya da başka olaylara sevinmiş insanlara; aynı maçları takip ettiğim, aynı dizileri izlediğim veya içimde aynı gündemi ve kültürü biriktirdiğim kişilerden daha yakın hissedebilir miyim? 

 Evet, hissedebilirim.
 
 Ben bu sabah onlara ancak çıkmaz ayın son çarşambasında geç kalmayı bırakıp vaktinde geleceğimi söyledim. Aralarından biri lafıma güldü, onun ülkesinde "domuzlar uçmaya başlayınca" derlermiş. Diğeri ise "senin vaktinde geldiğini ancak avucumda saç çıkmaya başlayınca göreceğiz bence" dedi. Hep beraber güldük. Aynı dilde güldük. Aynı renkte güldük. 

 Aynı şeyleri hissettik, sadece bunu ifade eden kelimeler farklıydı. 

 Tüm duygular ortaktı, gördüm. Yerde yatan sokak köpeği için sosisli sandviç alan arkadaşım da, emekli maaşı olmayan bu ülkede yaşamaya çalışan emeklilere yardımcı olmak için minik bir karpostal alan arkadaşım da, yere düşen çocuğun gözyaşını unutması için türlü komiklikler yapan bir başka arkadaşım da bambaşka ülkelerden ve kıtalardan geliyorlardı. Niyetlerindeki iyilik güneş ışığının aydınlattığı gök gibi büyük, rüzgarın dalgalandırdığı su birikintisi kadar hareketliydi. Kültürlerin, dillerin ve tüm diğer şeylerin köklerinin, toprağa tutunan ağaçlarınki gibi derin olduğunu... Senin, benim, onun.

 Evet, farklı bedenlerin içinde yaşayan aynı ve tek bir insanın var olduğunu bilmek, tüm güzelliklere yetmez mi?

 Bence yeter.

Cumartesi

Sadece rüyalar yırtık dökük

İnsanlar mutlu diye düşündüm, fotoğraf karelerinden yansıyan parlak gözlerine bakınca. Gülüyorlar, dışarı çıkıyorlar, dondurma yiyorlar mesela... Tatile gidiyorlar birlikte, yüzüyorlar, sevişiyorlar. Arkadaşlarıyla buluşuyorlar, sohbet ediyorlar, birbirlerine bazen hediyeler verip sonra bolca sarılıyorlar. 
Hep de yüzleri gülüyor. Fotoğraflar öyle söylüyor.

İnsanlar mutlu.

Sonra kendime bakıyorum. Yıkık dökük bir terzi dükkanına girmişim, elimde tamiri imkansız bir elbiseyle amcaya bakıyorum medet uman gözlerle. "En sevdiğim elbisemdi, onarmanız mümkün değil mi?" Hayır anlamına gelen bir baş hareketiyle birlikte önündeki işe geri dönüyor. Sanki ben orada yokmuşum da arkamdan söyleniyormuş gibi "O elbise eskiciye bile verilmez, tamiri mümkün müymüş..." diyor. Olduğum yerde anlamsız gözlerle terziye bakıyorum. Ve belki de ilk defa o anda, ilk beğendiğimde de yırtık pırtık bir elbiseden ibaret olan şeyin aslında benim yüklediğim değerden başka bir şey olmadığını fark eder gibi oluyorum. 

Ama bu detayı umursamamakta direniyorum. Bir süreliğine de olsa işe yarıyor aslında.

Eve döndüğümde elbisemi tekrar deniyorum. Etek kısmının kumaşı yırtılmış, ipleri dizlerime sarkıyor. Göğsümden göbeğime doğru inen kısma denk gelen yeşil bölümde bir kahve lekesi var. Onu görmezden gelsem bile sırtımdaki fermuarın kumaşa bağlandığı yerin delik deşik olduğunu farkediyorum.

Onarılmaz kıyafetlerin onarılabilir parçaları var biliyorum. Ama asla istediğim gibi olmayacağını onu değiştirmeye çalışmadan önce anlamalıydım ya da onu baştan almamalıydım diye düşünüyorum.

İşte o an umudumu kaybediyorum.

Terziye geri dönüp ona teşekkür etmek istiyorum. Evden çıkıp yeniden dükkanın yolunu tutuyorum. İçeri girdiğimde karanlıkta kumaş parçalarıyla yapayalnız kalmış boş bir masayla karşılaşıyorum.

Bir süre etrafı inceliyorum. Ahşap kokulu odadan taşan yılgın iplikleri, tersi pis iğneleri ve içlerinden geçmeye korktuğum sökükleri... Neden sonra yanağımın ıslandığını fark ediyorum. Elbiseyi orada bırakıp koşar adımlarla uzaklaşıyorum.

Güneşli güne kendimi bırakıp Karşıyaka vapuruna atladığımda içimdeki martılarla konuşuyorum. Susamlarımı güvercinler yiyor, saat kulesi gülüşümü çeyrek geçiyor. Dalgalar az konuşup çok vuruyorlar bedenime; tuzlanıp ruhlanıyorum.

Ve sonra çok mutluyum işte. 

Fotoğraflardaki insanlar artık canlanmış yanımda oturuyorlar. Ya da ben o karelere girmişim, hangisi doğru şu anda bilemiyorum.
Külah külah dondurma yiyorum, sevdiklerime küçük süprizler yapıyorum. Hayallerime sarılıyorum.

Bir bilet alıp sırt çantamla başka bir ülkeye gidiyorum. Başka insanlarla, balıklarla ve denizlerle başka fotoğraf karelerinde karşılaşıyorum. Artık ezici duygular ve tıkanmış duygular hissetmiyorum mesela. Ciğerlerime serin esintiler doluyor, hafifliyorum.

O elbiseye ne oldu artık bilmiyorum. Doğrusu bilmek de istemiyorum.

2015

Çarşamba

Gitmekten korkmayın

Güçlendirdiğiniz kökleriniz kadar, her bir yaprağını ayrı ayrı beslediğiniz, gökyüzüne uzanan dallarınız olsun. Ancak o zaman gitmekten korkmadan özgürce gökyüzüne doğru çoğalırsınız. 

Uçamıyor olmanız gökyüzünü dilediğinizce izleyemeyeceğiniz anlamına gelmez. Bulutlarla konuşmaktan, onlara aşık olmaktan ya da sımsıkı sarılmaktan korkmayın. Kollarınız birbirine kavuştuğunda içinize aldığınız kişinin yine kendiniz olduğunu görmek sevindirir. 

Ayrıca gökyüzüne bakmak, gökyüzünden bakmak kadar önemli bir meseledir. Ona yeterince bakarsa, ordan bakmayı da başarır insan. Ve bilirsiniz, oradan bakınca ip gibi kıvrılan nehirlerin, çarşaf çarşaf serilen denizlerin, yaşam yeşili ormanların yani hiç bir şeyin, herhangi bir ismi ya da bağlı olduğu bir ülkesi yoktur. Sınıflamak ve sahip olmak, hırslı ve toprakta yaşayan beyinlere mahsustur; siz bulutlarda yaşayın. Varsın size hayalperest ya da ayakları yere basmayan sıfatlarını kullansınlar, sorun değil, gökyüzü güzel. Gökyüzü canlı. 

Ona sahip olmamaktan korkmayın. Kimse hiç bir şeye sahip değil zaten. Maksat yaşamaktan korkmayın.

Pazar

Çukurlarımız, vadilerimiz

Hayatta olmanın bir büyüsü yok mu şimdi? Kuşlara bakmanın, kedilerle konuşmanın, ağaçlara sarılmanın? Tarihi geçmiş aşkların hiç mi yenilip yutulacak yanı yok? Heyecanlarımızın pili mi bitmiş, kıyıda köşede kalmaktan merakımız mı küflenmiş? Ne olmuş bize? 

Sebep olarak doğadan uzaklaşmış olmamızı düşündüm bir süre. Hani kızılderilileri anlayamadığımızı, bırak onu aslında kendi tarihimizi bile anlayamadığımızı yani şamanik kültürümüzü ve toprağa bağlı köklerimizi filan. Tüm yozlaşmışlıklarımızı ve düşük motivasyonumuzu buna bağladım. Ama sonra fark ettim ki biz önce birbirimizden uzaklaşmıştık. Yani senden ve benden, ondan ve diğerlerinden, kadınlardan ve erkeklerden, canlılardan ve bedenlerden. Herkesten. Yani gerçekten herkesten.

Hayatımızı güzelleştiren ve yaşamı mücadeleye değer kılan yegane şeyin ilişkilerimiz olduğunu unutuverdik birden. Giderek soluklaşan ve bataryaları azalan telefonlarımızın ışığında, sevdiklerimizin önce gözlerini unuttuk. Ardından seslerini ve hislerini. O kadar yapay bir parlaklığa hapsolduk ki içimizdeki aydınlığı unuttuk. Uzak doğu felsefesini gülünesi bir coğrafi mesele sandık, içeriğini anlamaya çalışmadık. Ama halbuki hepimiz el ele tutuşan kağıt bebekler gibi değil miydik? Farklı desenlerimize ve boyalarımıza rağmen aynı kağıdın çocukları değil miydik? Yırtılsak da, yıpransak da öyleydik. Hamurumuz aynıydı, mayamız aynıydı. Kanımız, damarlarımız, gözlerimiz, ağzımız, ellerimiz aynıydı. Unuttuk işte. Bunları tamamen unuttuk. Atomlarımızın aynılığını, atomlarımızın elektronlarının aynılığını, atomlarımızın elektronlarının arasındaki boşluğun aynılığını, atomlarımızın elektronlarının arasındaki boşluğun boşluğunun aynılığını... Tüm boşlukların ve boşlukların boşluklarının aynı olduğunu ve boşluğun tamamen boş ve tek olduğunu. Unuttuk. 

Ben insanlara dokunmayı hep sevdim. Onların hislerine, gülüşlerine, mimiklerine, hayallerine ve düşlerine. Ve onlara her dokunduğumda kendime de dokunduğumu hissettim. Aramızdaki görünmez bağları hissetmek için önce duvarlarımızı ve engellerimizi aşmamız gerekiyordu ve bunu yapmak için de önce utangaçlığımızı yenmemiz gerekiyordu. Bir insana karşılık beklemeden seni seviyorum diyebilmekle başlardı her şey. Beğendiğim ve takdir ettiğim özelliklerini garip olur mu diye baskılamaktan ziyade söze dökebilmekle başlardı. Ve öyle başladı. Söze dökülmüş hisler vücuda kavuşmuş ruhlar gibi aramızda gezindiler, sevildiler, bilindiler. 
İnsanlar aynı özden yapılmış bambaşka renkler gibiydi ve daha başka, daha farklı renkler olabilmek için karışmak gerekiyordu. Ne kadar çok renkle karışırsan o kadar çoğalıyordun, o kadar beyaza yaklaşıyordun, tersine ne kadar yalnızlaşırsan o kadar az, düz ve çorak devam ediyordun hayatına.

Ve ben zaten pürüzlerimi de, saçaklarımı da, korkularıma karışmış hesaplaşmalarımı da, umutsuz karmaşalarımı da kurduğum ilişkiler sayesinde çözebiliyorum ya da elimden geleni yapıyorum diyelim. Her ilişkimle, karmakarışık çatışmalarımdan ve hesaplaşmalarımdan, ilmek ilmek hassasiyete ve umuda ayrılıyorum. Bir insanı tanıdıkça, kendi kuyularımın dibindeki aynaları görüyorum; göz yanılmalarımı, ilizyonlarımı ve abartmalarımı. Dibime yaklaşıyorum. 

Dibimize yaklaşıyorum.

Kadın, erkek ve çocuk

21.yüzyılın içinde inatla kendine yer edinmeyi başaran distropik bir cehennemde yaşamaktayız. İçinde bulunduğumuz bu korku toplumunda iki t...

Haftanın en çok okunanları