Perşembe

İçimiz de dünya gibi yuvarlak



Tohumunun filizlendiği yerden biraz daha uzaklara gittikçe ya da sadece gittiğini hayal ettikçe, oralardan başka bir seni de beraber alıp tekrar geri döndükçe, bazense döndüğünü düşünüp aslında dönemedikçe dallarının da kollarının da uzadığını, sayısızca çoğaldığını düşünmez misin?

Bir zaman sonra her yeni yolculuğunda gidişlerle dönüşler artık karışmaya başladıkça, istikametler düşünceye, düşünceler yollara dönüştükçe ve sen aslında nereden başladığını unuttuğun bir yolda ilerlediğini düşünmeye başladıkça toprağa doğru daha güçlü köklerle yayılmaz mısın? Ama bir yol nerede başlar, öncesinde şayet sabit durduysan oradan mı yoksa daha nesnel davranmak açısından, çıkmaz sokaklardan mı? Ve o yol nerede biter, en yakın bir başka çıkmazda mı yoksa ona en uzağında mı? Ya da daha doğrusu senin nefesinin yettiği kadar uzağında mı? 


Mesafelerde uzaklaştıkça kendinden ve bildiklerinden de uzaklaşmazsan, çelişki gibi görünen bir açıdan, kendine daha da çok yaklaşmaz mısın?

Çarşamba

İlkbahar mektupları ve uzun mesafe arkadaşlıkları

Sevgili kendine has ve ufku geniş arkadaşım, 

Bu yazıyı sana kapalı ve yağışlı bir Nisan sabahının bulutlarından, güneşli ve serin hayallerimin kıyılarına doğru yazıyorum. Sevdiklerimden ve alıştığım her şeyden uzak ama kendime de bir o kadar yakın bir yerden yazıyorum, içimden yazıyorum. Kalbimden yazıyorum.

Buraya taşınalı çok fazla zaman geçmedi ama yerleştim, kuruldum filan derken bir bakmışım günler geçmiş. Daha geçen pazar otostopla gittiğin bir geziden otobüsle dönüşünde beni evinde yatarken bulmuştun. O zaman da söyledim yine söylüyorum Türkiye'de yapma bunu evladım, içimdeki anlamsız ve gereksiz anne bunu söyleme ihtiyacı hissediyor. Buraya da yazıyorum ki; söz uçar yazı kalır. Ben elimden geleni yapayım.

Sonraki gün kararsız programlarıma ayak uydurmak için planlarını iptal etmiş, beni yine ağırlamış ve ardından yolcu etmiştin. O fotoğrafını bastırıp duvarıma yapıştırmak istiyorum ama ev sahibim eşyaları ve duvarları konusunda biraz katı, bu yüzden yatağımın başucuna koyacağım. Burada evler ve ev sahipleri şahıslarına münhasır, gelince sen de görürsün.

Buranın caddelerinde, ara sokaklarında ve parklarında saatlerce yürüyüp insanlarıyla konuşabilirim. Evlerin kendilerine has, badanaları çıkmış ve eskimiş halleri bile o kadar özgün ve güzel ki, beni buraya çeken şeyleri yavaş yavaş anlayabiliyorum. Kimi evlerin çatısı bile yok ve bazılarının dış cephesi devasa fareler tarafından kemirilmiş gibi. Hatta kiralamak üzere gezdiğim evlerden birinin asansörü eski James Bond filmlerindeki gibi demir tellerle açılıp kapanan, içi buram buram ahşap kokan ve bozulursa içinde mahsur kalınma ihtimalini taşıyan bir kutudan ibaretti. Merdivenler genel olarak asimetrik ve eski yıllarda moda olan içi beyaz noktalı gri taşlarla kaplı. Burada alt geçitler bile dikkat etmezsen içlerinde küçük süprizler barındırabiliyor. Parklar ve yürüyüş yolları bilinçli olarak modern zamana ayak uydurmayı reddediyormuş gibi bakımsız ve sallapati ama ben bunu da çok seviyorum. Küba'ya dair beni çeken şeyleri, burada yaşıyorum. Çoğu insanın bu ülkeye dair anlamadığı bu galiba; onların yoksulluk ve geri kalmışlık olarak nitelendirdiği şeyler benim zaten bir şekilde aradıklarım ve bulduğuma sevindiklerim... Buraya gelebilmem için oluşan, oluşacak olan ve çoktan oluşmuş her koşula ve her şansa her saniye teşekkür ediyorum. 

Ayrıca dün gece eve hırsız girecek korkusundan -ve ironik gelebilir ama mutluluktan- tüm gece uyuyamadım, genel olarak buralar tekin değil ve ekstra ücret gerektirdiği için evimde bir hırsız alarm sistemi de yok. Aslında alarm sistemleri de köklü bir mafyanın elinde zaten, aylık olarak yenilemediğin takdirde tesadüfen o ay evine hırsız giriveriyor. E herkes kendi ekmeğinin peşinde, ne yaparsın. İyi ki çok değerli şeylerim ve fazla param yok. Neyse bana öyle geliyor ki en fazla üç dört güne deliksiz uyumaya alışırım. 

Korku ve mutluluğu bir arada yaşamak kafa karıştırıcı gibi gelebilir ama ben halimden memnunum, içimdeki mutluluğu tarif edebilecek sözcükler henüz icat edilmedi. Sanki tüm bu yaşadıklarım hayatımda gördüğüm en güzel rüyaymış gibi uyanmaya korkuyorum. Hani hayallerini yakaladığın bir nokta vardır ve o noktaya varınca buna inanamazsın da "Böyle bir şansı hak etmek için ne yaptım ben?" diye kendi kendine sorarsın, işte kendime sürekli o soruyu soruyorum. 

Çok kısa bir zaman sonra sen de farklı bir ülkede ve şehirde bu mutluluğu yaşacaksın. Aradığımız şeylerin başkalığı ve farklılığı aynı hissi paylaşmamıza engel olmadığı gibi, duygularımızın yoğunluğunu bile etkilemiyor eminim. Bunu hissetmek çok güzel, senin adına da mutlu olabilmek ve bu şekilde daha da fazla mutlu olabilmek... Mutluluk dediğin çarpım tablosu gibi zaten, toplanmak yerine katlana katlana artıyor. Ve senin için de o an geldiğinde bana hislerini tarif etmek için bir mektup yaz ya da sadece dans et, fark etmez, ben hissederim. Çok ama çok mutlu olacağını ben zaten biliyorum.

Umarım beni ziyarete en kısa zamanda gelirsin.

Seni çok seviyorum.

Ecem.


Nisan 2016

İlişkiler, değişim ve biyokimya üzerine

Yapısını anlayamadığım insan doğasını çözmek için psikoloji kitaplarından ve varoluşçuluktan ümidimi kestiğim gün biyokimyaya başladım. Sonuçta hepimiz atomlardan oluşan, uzaysal konfigürasyonu belli yaratıklarsak neden organik tepkimeler bizim davranış kalıplarımızı açıklayamasın? 


Mesela enzimlerin* substratlarıyla** birleşme modelini ele alalım. Önce bir enzimin substratıyla birleşmesinde "Anahtar-kilit uyum modeli"ni bulan bilim adamları, bir süre sonra bununla yetinmeyip "uyum oluşturma" veya "indüklenmiş uyum" kuramını ortaya atmışlar. Yani bu isim salatasının anlamı şu: bir enzim ve bir substrat birbirleri için yaratılmış iki puzzle parçası şeklinde birleşmektense, sözkonusu enzimimiz daha yaratıcı bir şey yapıyor; şeklini olabildiği ölçüde değiştirip substratıyla uyumlu hale getiriyordu. Bu insanların ruh eşini bulma çabasında tamamen onları tamamlayan bireyler bulma umudunu, onlar için azcık değişebilen ve onlardan da biraz değişmesini talep edebilen partnerler bulmaya doğru sürüklemiyor mu? Eğer hepimiz bir şekilde tamamlanma ve ortaya öncekinden daha ulvi bir son ürün çıkarma davranışıyla güdülenmişsek, ben enzimlerle katalizlenen tepkimelerden daha mantıklı bir benzetme göremiyorum. En azından biyokimya kitaplarımızda. 


Peki o zaman bu teorimin gerçekliğini sorgulayacak olursak: karşımızdaki için değişmemiz ona uyum sağlayabildiğimiz ölçüde güzel bir şey mi? En azından bir tepkime yaratacak düzeye gelmemiz bunu gösterir nitelikte ancak değişim denen dinamik kelime bir sonraki öğünümüzde tavuk yerine bezelye yemeyi tercih etmek kadar basit değil ki, hemen konuyu burada kapatalım. Değişiklik yapmak değişmek demek değildir. Değişim sözcüğü tdk'ya göre: bir zaman dilimi içindeki değişikliklerin bütünüdür. Eylem hali olan değişmek ise başka bir biçim ya da duruma girmek, tahavvül etmek demektir. Yani tekrar örneğimize dönecek olursak, en basit tabirle belki de belli bir zaman dilimindeki tüm öğle yemeklerimizi bezelyeye çevirmektir, denilebilir.


Burada bezelyeden ya da sizden başka bir özne, bir nesne yok. Siz kendiniz için değiştiniz, pek tabi ki isteyerek değiştiniz, substratını gören bir enzimin kollarında sallanan küçük moleküller gibi değiştiniz. Aminoasitlerinizi değiştirmeniz için yoldan geçen herhangi bir protein kafanıza silah dayamadı ya da tercihinizi bezelyeden yana kullanmanızda sevgilinizin bir rolü olmadı.


Ancak kendinizle ilgili yaptığınız değişimler, eğer sizden başka bir varlık için yapılmışsa, yani psikolojiyi ilgilendiren bir noktada "fedakarlık" adı altında yapılan gelecekte alacağınıza emin olduğunuz verilen bir borçsa, derin bir nefes alın ve düşünün. Eğer yapılan şey bir fedakarlıksa, verdiğiniz borcun ödenmediğini gördüğünüzde "uğruna heba ettiğiniz yıllarınız" için ciğerlerinizi kavuran bir sigara yakmaz mısınız? Tabi çoğu zaman daha başka şeylerin de yanmasına neden olan örnekler de biliyorum.


Ama kaçırılan detay şu: değişimi kendin için yaptığın noktada karşında bir muhatap kalmayacak ki, sen fedakarlık yapmış olasın. Fedakarlık o cümleye ait olmayan başka bir özne eklediğinde sahneye çıkan bir kavram. Değişiyorum çünkü Merve böyle istiyor, dersen işte o an yandın zaten. Git ve o ilişkiyi bitir çünkü en iyi ihtimalle zaten bir gün ödenmemiş borçlardan bitecek ya da en kötüsü küfürler ettiğin onlarca yıl, saçında beyazlar ve gözaltlarında morluklar olarak her gün aynada sana kendini hatırlatacak. 


Sen istediğin için değiştin çünkü artık ortam şartlarına uyum sağlayamıyordun. Sen değiştin çünkü artık başka tepkimelerde başka ürünler çıkarmak istiyordun. Sen bunu kendin için yaptın. Değişmek istemiyor musun? O zaman değişme. Başka substratlar bul kendine, başka tepkimelerde farklı ürünler üretmeye çalış. Çünkü on bin yıl beklesen de, ısıtıp ısıtıp bekletsen de; bir enzimle bir substrat birbirine uyumlu değillerse, bir tepkime veya bir paylaşım çıkartamazsın. Sadece on bin yılını ve enerjini tükettiğinle kalırsın.


Ben değil, bilim böyle söylüyor.


Saygılar.








*Bir kimyasal tepkimeye sebep olan ve onu hızlandıran, çoğunlukla protein yapısında olan organik maddeye enzim denir.


**Substrat, biyokimyada enzimlerin tepkimelerinde işlenen maddelere verilen addır.

Cuma

Öfkenin ceketini giymiş köşedeki gözyaşı

İçinde bulunduğumuz bu garip yüzyılda, toplum içinde katıla katıla gülmek ne kadar normal ve insani bir eylem olarak sayılmaktaysa, gözlerin kızarana kadar ağlayıp burnunu hüzünle çekmek de bir o kadar "zayıflık" içeren bir eylem gibi görülmektedir. Neden mutluluğumuzu paylaşırken bu kadar cömertken, kırılgan taraflarımızı göstermek bu kadar zordur ki? Ve neden toplum önünde sahneye çıkarttığımız göz yaşları bu kadar savunmasız kılar bizi? Gülmek için özel bir an beklemezken, ağlamak için rakı masalarını seçer, içli şarkılar dinler, hatta bunu bile yapmaz çoğu zaman odalarımıza kapanır yüzümüzü kimsenin göremeyeceği kuytulara gömeriz. Ağlarken görülmek yüzünün orta yerinde çıkan irinli bir çıban gibi saklanılması gereken hastalıklı bir hicap; hatta üzerine kalın bir örtü örtülüp sansürlenmesi gereken müstehçen bir görüntü gibi alelade kaldırılması gereken bir utanç tablosudur. 


Peki şimdi biraz da öfkeden bahsedelim. Hani her intikam filminde mutlaka bahsi geçen, dışımızı ateşlerde kavurup içimize dikenli teller saplayan zehirli duygudan... Onu açığa vururken de bu kadar savunmasız hisseder misiniz kendinizi? Bize yalan söylediğini anladığımız yakın bir arkadaşımızın yüzüne bağırırken, kendisine güvenmemize rağmen arkamızdan konuştuğunu duyduğumuz bir yakınımıza tesadüfen rastlarken ya da eski sevgilimizin daha ayrılalı bir ay geçmeden yeni bir sevgiliyle el ele önümüzden geçtiğini görürken bu duygunun bir şimşek gibi beynimize çakmasına ne kadar aşinaysak, onu göstermekte bir mahsur görmediğimiz hissine de bir o kadar aşinayızdır. Kaşlarımızı çatıp keskin sözlere sarılmak veya yüksek perdeden bağırmak, bir duygunun toplum içinde kendimizi zavallı ya da zayıf olarak hissetmediğimiz bir ortaya çıkış şeklidir, mağrur bir ifade biçimidir. Onu dışarı dökmek-özel durumlar haricinde-kaçınılmaz bir hak problemidir, elzemdir. Bundan utanmak şöyle dursun, arkadaşlarımıza anlatıp bir daha ve bir daha sinirlenir, ne kadar da haklı bir tepki verdiğimizi bir de onlardan dinleriz.


Peki bu zehirli duyguyu açığa vururken takındığımız yüzsüzlüğümüzü, kat kat kilitlere vurup derin sulara gömdüğümüz üzüntülerimize bağlamam ne kadar saçma bir mantık olabilir? Öfke, derinlerde yatan kırgınlığımızı ve hatta gözyaşlarımızı toplum içinde göstermenin en yerinde, en uygun, en kabul edilebilir yolu değilse nedir?


Aslında iç sesimizi dinleyip kanayan yerlerimizi kabullenip onları vurduğumuz kilitlerden özgür bıraksak, onları iyileştirmeye çalışsak daha mantıklı bir karar vermiş olmaz mıyız? Aslında üzüntünün de hayal kırıklığının da insani bir duygu olduğunu kabullenebilsek ve öfkemizin altında yatan gözü yaşlı kırgın hislerimize dokunmaktan utanmasak daha mutlu olmaz mıyız? 


Ama bunu başarabilmek için önce tüm duyguların "normal" olduğunu kabul edebilmek, sonra gözyaşlarını bir sır gibi saklamaktansa gülmek kadar doğal bir refleksle dışarı dökebilmek ve tabi ki bunun için de bolca cesaret barındırabilmek gerekiyor. Yani öncelikle toplum içinde bile göstermeye utandığımız kırgınlıklarımıza ve üzüntülerimize önce bizim sarılmamız gerekiyor ve kendi gözümüzde zamanın geleneksel tabiriyle "zayıf" olduğumuzu kabullenmemiz gerekiyor. Ancak ondan sonra zayıflık diye yaftalanan bu değerli şeyin gerçek bir güç olduğunu anlayabileceğiz.


Olduğumuz gibi olabilmenin, baş kaldırabilmenin en zor ama en etkili yoludur bu. Çünkü biz sustukça çoraklaşırız, kalbimizdeki çiçeklerimizi ve yoncalarımızı çürütüp yerlerine dikenli teller ekmeye başlarız. Suni bir çöl inşa ederiz göğsümüzün orta yerine. Suya aç milyonlarca kaktüsümüzle birlikte hiç sırıtmadan ve dikkatleri üzerimize toplamadan yaşarız. Eğer buysa "güçlü" olmak, pek güçlüyüzdür. Bununla övünebiliriz.


Ben bu yazıyı duygularını açığa vurmanın utanç verici olduğunu deneyimleriyle anlayan küçük bir kız olarak, ilerleyen yıllarda öfkesinin gözyaşlarından daha değerli görüldüğü bir kadın olarak ve yıllar sonra bir can dünyaya getirdiğinde ona bunları öğretecek bir anne olarak yazıyorum. Ama ben bunu sadece kadınlar için yazmıyorum, bu yazım aynı zamanda erkekler için. Ben ataerkil sistemlerin en kötü yanının "güçlü bir erkeklik" tanımı altında zayıf ve çorak erkekler yetiştirmesi olduğunu düşünüyorum. Bu yazıyı öfke patlamaları yaşayan, ağlamaktan korkan ve kendilerini kızgınlıktan kızarmış gözlerinin arkasında güçlü hisseden milyonlarca zayıf erkek için yazıyorum. Ve henüz ilkokula başlamamış oğullarını "erkekler ağlamaz." kalıplarıyla yetiştiren, gözyaşlarından önce kendileri korkan tüm anneler için...

Cumartesi

Yönleri belirsiz tüm haritalarda mavidir doğum sancıları

Bu hayatta istisnasız herkesin bulacağı, naftalinlere gömüp kalbinin çekmecelerinde saklayacağı, arada sırada katlarını açıp havalandıracağı ama hiç bırakmayacağı bir ders var. İnsanlar onu bulabildiklerinde, bulduklarında görebildiklerinde, gördüklerinde kabullenebildiklerinde ve nihayetinde kendilerine katabildiklerinde, işte o zaman, neredeyse tüm insanlığın çağlar boyunca aradığı, bulamadıkça hırçınlaştığı, hırçınlaştıkça saldırganlaştığı ve en sonunda gittikçe uzaklaştırdığı şeyi anlıyor olacaklar. Gözlerini sonsuzluğa kapatmadan ve son nefesini bitkiler için dağıtmadan önce, bu hayatı boşuna yaşamamışım ben, diyebilmek için. Sultan Süleyman'ın bile yanına kalmayan dünyanın, cepsiz kefenlerin ve bir karbondioksit molekülünün çekirdeğinde barındırdığı bütün bir tarihi anlayabilmek için. Ve tek başına nefes alarak da varolan tüm canlılarla beraber solumanın, tek başına adım atarak da, herkesle hareket edebilmenin mümkün olduğunu kavrayabilmek için.


Peki cevapları bulmanın zorluğu, aslında bir soru sormayı yüzyıllardır öğrenemediğimizden ve hatta konuya da zaten kulaktan dolma bilgilerle hakim olagelmemizden kaynaklanıyor olabilir mi? Belki de. Olabilir.


Pozitif değerlikli bir atomun eteklerinde sallanan, önce vermesi, ancak ondan sonra alabilmesi gereken bir elektron gibi, iki harfli su damlacıklarında kendini kaybeden iyonlar gibi, ya da kimyasal tepkimelerin bir şekilde barındırdığı, aldığı veya çıkardığı büyüklü küçüklü tüm enerjiler gibi... Kısacası kimya gibi mi bir şeyler? Yoksa momentlerini eşitleyip üzerlerine uygulanan kuvvetleri hesapladığımız kaldıraçların, toplam kinetik ve potansiyel enerjilerinin farkının sıfır olduğunu bildiğimiz taşların ya da sürtünme kuvvetlerinde kaybettiğimiz gelmiş geçmiş tüm hareketlerin enerjisi gibi, fizik gibi mi bir şeyler? Varolan enerji yok olmazsa, yoktan bir enerji mi var olmaz yoksa hiçlik de enerji de aynı şeyi ifade eden farklı iki kelimeden mi ibaret? Ya da belki de yerçekiminin iliklerimize kadar her parçamıza etki ettiği bir ortamda, zaten biraz yalansız biraz da kayıpsız olmadan hayat dediğin şey gerçek olamaz...


Ama tüm tepkimeler ve elektronlar bir yana, bir ya da bir kaç ders var ortada, dipsiz gibi görünen kuyulara ulaştıramadığın taşlar gibi, boydan boya sis bürümüş dağların eteklerinde yaşayan ağaçlar gibi, varlığını bildiğin ama göremediğin her şey gibi. Bir ders. Ve onu bulunduğu yerden çekip almak için cesaretin yoksa, elinde kalan cevapsız sorularınla ya da sorusuz cevaplarınla ölürsen, o zaman son nefesinden geriye boşa yaşanmış bir hayat bıraktığını hissetmeyecek misin? O tek nefeslik son an'ında, araştırmadığın sorularla ilgili bir pişmanlık duyduğunda gülüp geçebilecek misin?


Sana bu süreçte acı çekmeyeceğini söyleyemem. Tabi ki çekeceksin. Everest'in zirvesine ulaşmaya çalışırken teker teker ölen dağcılarla bir daha ölecek, önemini daha önce kavrayamadığın hedefler için bir de sen hırs dolu göz yaşları dökeceksin. Ve kaynaşıp bir can oluşturmaya gücü yetmeyen milyonlarca spermin yüzleştiği başarısızlığı sen tek bir bedende yaşayacaksın.


Ama başardığında, onu dipsiz kuyulardan ve sisli ormanlardan çekip gün yüzüne çıkardığında, işte o zaman, güneşi sen doğuracaksın. Ben inanıyorum; çektiğin tüm doğum sancılarının, damla damla döktüğün terlerin ve pusulası şaşmış tüm hedeflerinin, doğurduğun şeye değdiğini o an anlayacaksın. Anlayacaksın. 

Kadın, erkek ve çocuk

21.yüzyılın içinde inatla kendine yer edinmeyi başaran distropik bir cehennemde yaşamaktayız. İçinde bulunduğumuz bu korku toplumunda iki t...

Haftanın en çok okunanları