Cumartesi

Yönleri belirsiz tüm haritalarda mavidir doğum sancıları

Bu hayatta istisnasız herkesin bulacağı, naftalinlere gömüp kalbinin çekmecelerinde saklayacağı, arada sırada katlarını açıp havalandıracağı ama hiç bırakmayacağı bir ders var. İnsanlar onu bulabildiklerinde, bulduklarında görebildiklerinde, gördüklerinde kabullenebildiklerinde ve nihayetinde kendilerine katabildiklerinde, işte o zaman, neredeyse tüm insanlığın çağlar boyunca aradığı, bulamadıkça hırçınlaştığı, hırçınlaştıkça saldırganlaştığı ve en sonunda gittikçe uzaklaştırdığı şeyi anlıyor olacaklar. Gözlerini sonsuzluğa kapatmadan ve son nefesini bitkiler için dağıtmadan önce, bu hayatı boşuna yaşamamışım ben, diyebilmek için. Sultan Süleyman'ın bile yanına kalmayan dünyanın, cepsiz kefenlerin ve bir karbondioksit molekülünün çekirdeğinde barındırdığı bütün bir tarihi anlayabilmek için. Ve tek başına nefes alarak da varolan tüm canlılarla beraber solumanın, tek başına adım atarak da, herkesle hareket edebilmenin mümkün olduğunu kavrayabilmek için.


Peki cevapları bulmanın zorluğu, aslında bir soru sormayı yüzyıllardır öğrenemediğimizden ve hatta konuya da zaten kulaktan dolma bilgilerle hakim olagelmemizden kaynaklanıyor olabilir mi? Belki de. Olabilir.


Pozitif değerlikli bir atomun eteklerinde sallanan, önce vermesi, ancak ondan sonra alabilmesi gereken bir elektron gibi, iki harfli su damlacıklarında kendini kaybeden iyonlar gibi, ya da kimyasal tepkimelerin bir şekilde barındırdığı, aldığı veya çıkardığı büyüklü küçüklü tüm enerjiler gibi... Kısacası kimya gibi mi bir şeyler? Yoksa momentlerini eşitleyip üzerlerine uygulanan kuvvetleri hesapladığımız kaldıraçların, toplam kinetik ve potansiyel enerjilerinin farkının sıfır olduğunu bildiğimiz taşların ya da sürtünme kuvvetlerinde kaybettiğimiz gelmiş geçmiş tüm hareketlerin enerjisi gibi, fizik gibi mi bir şeyler? Varolan enerji yok olmazsa, yoktan bir enerji mi var olmaz yoksa hiçlik de enerji de aynı şeyi ifade eden farklı iki kelimeden mi ibaret? Ya da belki de yerçekiminin iliklerimize kadar her parçamıza etki ettiği bir ortamda, zaten biraz yalansız biraz da kayıpsız olmadan hayat dediğin şey gerçek olamaz...


Ama tüm tepkimeler ve elektronlar bir yana, bir ya da bir kaç ders var ortada, dipsiz gibi görünen kuyulara ulaştıramadığın taşlar gibi, boydan boya sis bürümüş dağların eteklerinde yaşayan ağaçlar gibi, varlığını bildiğin ama göremediğin her şey gibi. Bir ders. Ve onu bulunduğu yerden çekip almak için cesaretin yoksa, elinde kalan cevapsız sorularınla ya da sorusuz cevaplarınla ölürsen, o zaman son nefesinden geriye boşa yaşanmış bir hayat bıraktığını hissetmeyecek misin? O tek nefeslik son an'ında, araştırmadığın sorularla ilgili bir pişmanlık duyduğunda gülüp geçebilecek misin?


Sana bu süreçte acı çekmeyeceğini söyleyemem. Tabi ki çekeceksin. Everest'in zirvesine ulaşmaya çalışırken teker teker ölen dağcılarla bir daha ölecek, önemini daha önce kavrayamadığın hedefler için bir de sen hırs dolu göz yaşları dökeceksin. Ve kaynaşıp bir can oluşturmaya gücü yetmeyen milyonlarca spermin yüzleştiği başarısızlığı sen tek bir bedende yaşayacaksın.


Ama başardığında, onu dipsiz kuyulardan ve sisli ormanlardan çekip gün yüzüne çıkardığında, işte o zaman, güneşi sen doğuracaksın. Ben inanıyorum; çektiğin tüm doğum sancılarının, damla damla döktüğün terlerin ve pusulası şaşmış tüm hedeflerinin, doğurduğun şeye değdiğini o an anlayacaksın. Anlayacaksın. 

Hiç yorum yok:

Kadın, erkek ve çocuk

21.yüzyılın içinde inatla kendine yer edinmeyi başaran distropik bir cehennemde yaşamaktayız. İçinde bulunduğumuz bu korku toplumunda iki t...

Haftanın en çok okunanları