İçinde bulunduğumuz bu garip yüzyılda, toplum içinde katıla katıla gülmek ne kadar normal ve insani bir eylem olarak sayılmaktaysa, gözlerin kızarana kadar ağlayıp burnunu hüzünle çekmek de bir o kadar "zayıflık" içeren bir eylem gibi görülmektedir. Neden mutluluğumuzu paylaşırken bu kadar cömertken, kırılgan taraflarımızı göstermek bu kadar zordur ki? Ve neden toplum önünde sahneye çıkarttığımız göz yaşları bu kadar savunmasız kılar bizi? Gülmek için özel bir an beklemezken, ağlamak için rakı masalarını seçer, içli şarkılar dinler, hatta bunu bile yapmaz çoğu zaman odalarımıza kapanır yüzümüzü kimsenin göremeyeceği kuytulara gömeriz. Ağlarken görülmek yüzünün orta yerinde çıkan irinli bir çıban gibi saklanılması gereken hastalıklı bir hicap; hatta üzerine kalın bir örtü örtülüp sansürlenmesi gereken müstehçen bir görüntü gibi alelade kaldırılması gereken bir utanç tablosudur.
Peki şimdi biraz da öfkeden bahsedelim. Hani her intikam filminde mutlaka bahsi geçen, dışımızı ateşlerde kavurup içimize dikenli teller saplayan zehirli duygudan... Onu açığa vururken de bu kadar savunmasız hisseder misiniz kendinizi? Bize yalan söylediğini anladığımız yakın bir arkadaşımızın yüzüne bağırırken, kendisine güvenmemize rağmen arkamızdan konuştuğunu duyduğumuz bir yakınımıza tesadüfen rastlarken ya da eski sevgilimizin daha ayrılalı bir ay geçmeden yeni bir sevgiliyle el ele önümüzden geçtiğini görürken bu duygunun bir şimşek gibi beynimize çakmasına ne kadar aşinaysak, onu göstermekte bir mahsur görmediğimiz hissine de bir o kadar aşinayızdır. Kaşlarımızı çatıp keskin sözlere sarılmak veya yüksek perdeden bağırmak, bir duygunun toplum içinde kendimizi zavallı ya da zayıf olarak hissetmediğimiz bir ortaya çıkış şeklidir, mağrur bir ifade biçimidir. Onu dışarı dökmek-özel durumlar haricinde-kaçınılmaz bir hak problemidir, elzemdir. Bundan utanmak şöyle dursun, arkadaşlarımıza anlatıp bir daha ve bir daha sinirlenir, ne kadar da haklı bir tepki verdiğimizi bir de onlardan dinleriz.
Peki bu zehirli duyguyu açığa vururken takındığımız yüzsüzlüğümüzü, kat kat kilitlere vurup derin sulara gömdüğümüz üzüntülerimize bağlamam ne kadar saçma bir mantık olabilir? Öfke, derinlerde yatan kırgınlığımızı ve hatta gözyaşlarımızı toplum içinde göstermenin en yerinde, en uygun, en kabul edilebilir yolu değilse nedir?
Aslında iç sesimizi dinleyip kanayan yerlerimizi kabullenip onları vurduğumuz kilitlerden özgür bıraksak, onları iyileştirmeye çalışsak daha mantıklı bir karar vermiş olmaz mıyız? Aslında üzüntünün de hayal kırıklığının da insani bir duygu olduğunu kabullenebilsek ve öfkemizin altında yatan gözü yaşlı kırgın hislerimize dokunmaktan utanmasak daha mutlu olmaz mıyız?
Ama bunu başarabilmek için önce tüm duyguların "normal" olduğunu kabul edebilmek, sonra gözyaşlarını bir sır gibi saklamaktansa gülmek kadar doğal bir refleksle dışarı dökebilmek ve tabi ki bunun için de bolca cesaret barındırabilmek gerekiyor. Yani öncelikle toplum içinde bile göstermeye utandığımız kırgınlıklarımıza ve üzüntülerimize önce bizim sarılmamız gerekiyor ve kendi gözümüzde zamanın geleneksel tabiriyle "zayıf" olduğumuzu kabullenmemiz gerekiyor. Ancak ondan sonra zayıflık diye yaftalanan bu değerli şeyin gerçek bir güç olduğunu anlayabileceğiz.
Olduğumuz gibi olabilmenin, baş kaldırabilmenin en zor ama en etkili yoludur bu. Çünkü biz sustukça çoraklaşırız, kalbimizdeki çiçeklerimizi ve yoncalarımızı çürütüp yerlerine dikenli teller ekmeye başlarız. Suni bir çöl inşa ederiz göğsümüzün orta yerine. Suya aç milyonlarca kaktüsümüzle birlikte hiç sırıtmadan ve dikkatleri üzerimize toplamadan yaşarız. Eğer buysa "güçlü" olmak, pek güçlüyüzdür. Bununla övünebiliriz.
Ben bu yazıyı duygularını açığa vurmanın utanç verici olduğunu deneyimleriyle anlayan küçük bir kız olarak, ilerleyen yıllarda öfkesinin gözyaşlarından daha değerli görüldüğü bir kadın olarak ve yıllar sonra bir can dünyaya getirdiğinde ona bunları öğretecek bir anne olarak yazıyorum. Ama ben bunu sadece kadınlar için yazmıyorum, bu yazım aynı zamanda erkekler için. Ben ataerkil sistemlerin en kötü yanının "güçlü bir erkeklik" tanımı altında zayıf ve çorak erkekler yetiştirmesi olduğunu düşünüyorum. Bu yazıyı öfke patlamaları yaşayan, ağlamaktan korkan ve kendilerini kızgınlıktan kızarmış gözlerinin arkasında güçlü hisseden milyonlarca zayıf erkek için yazıyorum. Ve henüz ilkokula başlamamış oğullarını "erkekler ağlamaz." kalıplarıyla yetiştiren, gözyaşlarından önce kendileri korkan tüm anneler için...