Pazar

Tablo

Ceketinin maviliği üstüme döküldü, her yerim sırılsıklam mavi oldu. Çizgi çizgi akan duygularını avuçlarımdan akıtıp ne kadar da Van gogh'a benzedin şu anda dedim, en az onun kadar delisin. Seninle aynı acıları çekiyoruz güzel Munch, diye mırıldandı. Aynı yollardan geçip karşılaşmayan, benzer şeyler hissedip hiç konuşmayan insanlar gibi, iki çılgın ressam gibi, bizim gibiydi bir şeyler.


Ve rüzgar gülleri sürekli döndüler, ifade etmek istediklerini gözlerime kusarcasına. Kimseye sahip olamayacağını söyledim. Ne bana ne başkasına. Breakfast at Tiffanis'in son sahnesinde Holly'nin çok çabuk teslim olduğunu söyledim. Tüm kızılderililerin, budistlerin ve hatta Eric Fromm'un düşüncelerine daha fazla değer verseydi bunları anlardı. 

Çantasını hazırlayıp yola koyulacağını söyledi. Yeni bir başlangıç yapacakmış belki Tibet'te ya da Endonezya'da. O kadar fazla başlangıç yapmıştı ki, hiç yol alamamıştı. Bana kalırsa yeni bir sayfa açacağına silgi filan kullanmalıydı. O zaman kağıt çöpü eski buruşuk sayfalarla dolmazdı. Ona şehirleri terk etmenin kendini terk etmekle aynı olmadığını söyledim, sen hep kendi peşinden geleceksin. Yeni bir şehir bulamayacaksın. Hiç Kavafis'ten bir şeyler öğrenmedin mi? Sadece güldü. Hiç bir zaman tutkulu bir şiir aşığı olmamıştı.

O gece kollarının uzunluğu bana sarılmaya yetmeyecek erkeklerle ve bakışları bir şarap kadehinden daha sıcak olmayan kadınlarla vakit geçirdim. Yüksek tonlu kahkahaların altında samimiyetsiz içtenlikler yarattım. Gülüşümün notasından tanırdı orda olsaydı. 

Ve duvarlarımı...

Ve duvarlarını...

Hiç yorum yok:

Kadın, erkek ve çocuk

21.yüzyılın içinde inatla kendine yer edinmeyi başaran distropik bir cehennemde yaşamaktayız. İçinde bulunduğumuz bu korku toplumunda iki t...

Haftanın en çok okunanları