Salı

Alelacele hep hayatlar

Yalnız bir parkın tedirgin bir bankında oturuyorum. Çevremdeki kaldırımlar ve yollar suratsız, renksiz, şekilsiz bir insan kalabalığıyla sarılmış ve hareket halinde. Boz rengi ceketine tütün gibi sarınmış ve sararmış bir adam, alelacele döndürülen sigara misali her adımda tükene tükene yürüyor karşı kaldırımdan. Ardından da tesbih adımlı, dua suratlı izbandut gibi bir kadın. Öyle dindar ki bakışları, durdurabilsen hayatın anlamını veya tadını sormak istersin, acelesinin nedenini bir de. Ardından yaşı iki basamaklıları ancak görmüş bir çocuk, bakışları önüne kilitlenmiş adımları aceleci geçiyor yanlarından. Hepsi teker teker yalnızlar ama toplasan kalabalıklar, ya da gerçekten çok yalnız bir kalabalıklar. Ve onlar aslında orada değil. Tamam, gözlerimin önündeler, yürüyorlar, acele ediyorlar, somurtuyorlar, telefonla konuşuyorlar, gündemi takip ediyorlar, eşlerine kızıyorlar, çocuklarına kızıyorlar, geçmişlerine kızıyorlar, annelerine söyleniyorlar ama hepsi ayrı ayrı ve hep birlikte başka başka yerlerde yaşıyorlar. Gözleri önlerinde hayali bir noktaya kilitlenmiş, sırtlarından kurulmuş oyuncaklar gibi mekanik hareketlerle işgal ediyorlar eğri büğrü sokakları. Sonra işte, bu kadar acele niye diye soruyorum kendi kendime. Zaman geçmiyor mu yıllar tükenip sonunuz gelmiyor mu böyle acele edince? Sanki öyle bir hıza ulaşacaksınız ki ışık hızına ulaşıp boyut atlayacaksınız filan, öyle bir umut mu ki hepinizin içinde? Bir şeyler biliyorsanız söyleyin bana da, kimseyle konuşmayalı neler kaçırdım bilmiyorum. 
Son zamanlarda kendi kendime ettiğim muhabbetlerin vardığı nokta daha çok kendim ve daha da çok kendim. Kendimce, kendi düşüncelerimle, kendi halimde. Kendim sandığım ve itinayla kendimin sandığım kavramlar kendimin değilse kimin bilmiyorum. Kendi sesimden başka duyduğum diğer ses, beynimde çoğalan yine kendi sesimin yankısı olduğu düşünülürse kendi'ler kendim'ler filan hepsi hayalden bozma yani. Düşünüyorum o halde kayboldum. Zaten herkes farklı sonuçlara ulaşıyor diyalektiğini sevdiğim benliklerde.
Ne diyordum. Yalnız bir parkın tedirgin bir bankında oturuyorum diyordum. Acele telaşlar, acele gülüşler, acele sevinmeler, acele sevişmeler, acele üzülmeler, acele sessizlikler, acele ayrılıklar görüyorum. Birileriyle ayaküstü tanışmalar, henüz sarılmadan okşamalar, daha anlamadan gülüşmeler, ruhundan önce bedenini keşfetmeler ve hep içi boş sevişmeler... Hepsi, her şey, herkes alelacele. Sanki el yordamıyla bulunuyor artık sevgiler. Acele ettikçe eskitiyorlar, eskidikçe yenilerini alıyorlar, tekrar tüketiyorlar, sonra tekrar ve tekrar... Seri üretimden muzdarip, ucuzluyor tüm duygular. Ve onlar hala hiç bir şey olmamış gibi yürüyorlar, yürüyorlar, yürüyorlar. Ben hala yalnız bir parkın tedirgin bir bankında otururken başka bir takım insanlar da, gerçekten bulundukları yerdeler; fiziken ve ruhen-ve yürmüyorlar.Bu insanlar şu anda hastane odalarında, yoğun bakım kuytularında, acil servis yataklarında yaşam mücadelesi veriyorlar-ve gelecekte değil şimdide yaşıyorlar. Karnı boydan boya kanserle, zehirle dolu bir teyze, bünyesinin kaldıramayacağını söyleyen cerrahlara inat ameliyat olmak için ısrar ediyor. Genç bir çocuk arkadaşlarıyla okula gitmek yerine zamanının çoğunu hematoloji polikliniğinin koridorlarında raporlarla, iğnelerle, muaynelerle, takiplerle geçiriyor. Güzel bir kız yarım saat önce gittiği piknikte alerjisi olduğu arı tarafından sokulduğu için nefes alamıyor. Mosmor dudaklarıyla yardım isteyen bakışlarıyla, üstünü başını yırtarak hayattan bir şans daha diliyor. Aynı saatte yoğun bakımda altmışını yeni geçmiş sirozlu bir adamın kalbi bu stresi daha fazla kaldıramayacağına karar verdiği için duruyor. Ve istisnasız hepsi şu anda yaşamak için vişne suyuna dönmüş kanlarıyla, enjektörlerin delip patlattığı damarlarıyla, pelteye dönmüş vücut kaslarıyla ve deli gibi çarpan kalpleriyle bir kaç saat fazlası için inat ediyorlar. Çoğu tatsız tuzsuz besinlere, şeker yerine tatlandırıcı içeren ürünlere, doz doz ayarlayacakları insülinlere ve boy boy haplara razı, bedenlerinden ikinci bir şans diliyorlar. Ve o insanlar orada. Evet gerçekten oradalar. Ölüme bir kaç saniye kala, hiç biri eşlerine, çocuklarına, geçmişlerine, geleceklerine, kaderlerine kızmıyor; annelerine, babalarına, patronlarına, iş arkadaşlarına söylenmiyor; o gün kaçırdıkları toplantıları, sinema seanslarını, yeni çıkan kitapları, vizyona girememiş festival filmlerini, ülkenin halini ve hatta akşam yemeklerini nereden sipariş edeceklerini, belki de son zamanlarda biraz göbeklendiklerini, şu günlerde biraz dikkat etmeleri gerektiğini veya komşunun kızının yeni getirdiği zayıflama formüllerini düşünmüyor. Evet, hiç birini düşünmüyor. Ve ben hala yalnız bir parkın tedirgin bir bankında oturuyorum. Acele yaşamları, alelacele bitişleri, acele telafileri, acele savaşları, acele barışları izliyorum. Onlardan biri olmak istemiyorum.

Cuma

Mavi

Saçları kafasından karışık, beyni kalbine tam orta yerinden yapışık kızın odasındayız. Onun için her şey 'bir şey' olduğundan, odası hayal dünyasına, yatağı da düşlerine tam orta yerinden yapışık. Ve tam da düşlerinin sağ yanında kalan masasının orta yerindeki vadinin dibinde bir kalem var. Kaleminin mürekkebinden gizemli yıldızlar ve karanlık sular damlıyor. Sesleri gece yarısı tempo tutan musluklar gibi düzenli. 
Sabaha karşı aniden uyandığında kafasının içinde leyleklerin ve martıların kanat seslerini duyuyor. Bugün onları beslemeyi unuttuğu aklına geliyor.  Gözlerindeki vapurları sefere yollayıp simit tanelerini göğsünden çıkartıyor ve kitabının dalga seslerini biraz daha açıyor. 
Onun cümleleri, kelimeleri ve hatta virgülleri bile mavi. Vurguları ve mimikleriyse tuz ve yosun kokar.
Saçlarından her gün bir gemi kalkıp bacaklarının ufuklarında kaybolur, kaybolan fikirleri kaşlarına doğru kıyıya vurur, kıyılarından da kucak kucak duygu çıkar. O hep kendi denizinde yüzer.
Balıkların girip çıktığı kuytu kayalıkları, içi mektup dolu şişelerin burnunu uzattığı dalgaları, güneşin öptüğü martıları seyreder. Denizcileri güzel havalara yelken açar, içi sır dolu şapkalarıyla ve her zaman deposu dolu şaraplarıyla kafası karışık, beyni kalbine yapışık kızın gözlerinden geçer. 
O her şeyin farkında. Bu yüzden ucundan gizemli yıldızlar ve karanlık sular damlayan kaleminin kapağını kapatıp düşlerine hazırlanıyor şimdi. Yolu uzun ve keyifli. 

Pazar

Tablo

Ceketinin maviliği üstüme döküldü, her yerim sırılsıklam mavi oldu. Çizgi çizgi akan duygularını avuçlarımdan akıtıp ne kadar da Van gogh'a benzedin şu anda dedim, en az onun kadar delisin. Seninle aynı acıları çekiyoruz güzel Munch, diye mırıldandı. Aynı yollardan geçip karşılaşmayan, benzer şeyler hissedip hiç konuşmayan insanlar gibi, iki çılgın ressam gibi, bizim gibiydi bir şeyler.


Ve rüzgar gülleri sürekli döndüler, ifade etmek istediklerini gözlerime kusarcasına. Kimseye sahip olamayacağını söyledim. Ne bana ne başkasına. Breakfast at Tiffanis'in son sahnesinde Holly'nin çok çabuk teslim olduğunu söyledim. Tüm kızılderililerin, budistlerin ve hatta Eric Fromm'un düşüncelerine daha fazla değer verseydi bunları anlardı. 

Çantasını hazırlayıp yola koyulacağını söyledi. Yeni bir başlangıç yapacakmış belki Tibet'te ya da Endonezya'da. O kadar fazla başlangıç yapmıştı ki, hiç yol alamamıştı. Bana kalırsa yeni bir sayfa açacağına silgi filan kullanmalıydı. O zaman kağıt çöpü eski buruşuk sayfalarla dolmazdı. Ona şehirleri terk etmenin kendini terk etmekle aynı olmadığını söyledim, sen hep kendi peşinden geleceksin. Yeni bir şehir bulamayacaksın. Hiç Kavafis'ten bir şeyler öğrenmedin mi? Sadece güldü. Hiç bir zaman tutkulu bir şiir aşığı olmamıştı.

O gece kollarının uzunluğu bana sarılmaya yetmeyecek erkeklerle ve bakışları bir şarap kadehinden daha sıcak olmayan kadınlarla vakit geçirdim. Yüksek tonlu kahkahaların altında samimiyetsiz içtenlikler yarattım. Gülüşümün notasından tanırdı orda olsaydı. 

Ve duvarlarımı...

Ve duvarlarını...

Cuma

Huyumdur

Huyumdur.
Birini unutmak istiyorsam onunla ilgili tüm güzel saatleri, bütün anlamlı heceleri silerim beyin defterimden.
Kötü anılarıysa suda yüzen plastik şişeler gibi yüzeye yollarım tek hamlede. Hafifliğinden batmayan cümlelerim gibi hatta kaba bir küfür gibi, ulu orta fırlatıveririm gökyüzüne.

Unutur muyum peki? Bal gibi de unuturum. Dökeceğim tek göz yaşı boşa harcanan zamanım için olur bu sayede. Ve biliyor musunuz ben bu basit matematik denklemini kurduktan sonra geriye bilinmeyen tek bir x bile kalmaz. Şüphelerimi sıfırla çarpar, mutluluklarımı da aynı kayıtsızlıkla bine bölerim.

Kolay mıdır peki? Çok kolaydır hem de. Kalbimde artık benim için yasak olan bir bahçenin güllerini budayıp yabani otlarını koparmaktan çok daha kolaydır. Her gün solan çiçekleri yeniden diriltmeye çalışmaktan, toprağını havalandırıp sulamaktan daha kolaydır. O bahçeyi yıktırmak ona bakmaktan çok daha kolaydır.

Acıtmaz da insanın içini. Bozuk bir saatin tik taklarını dinlemekten daha az sinir bozucudur, temin ederim. Bir elektirik düzeneğinin kısa devre yapan yoludur, basit bir fizik oyunudur.
Ama her cerrahi prosedürün biraz yan etkisi biraz da riski vardır kendi içinde. Hafızayı yeniden şekillendirmenin de önünde uzanan gelecek seçimlerinin üzerinde olumsuz etkisi vardır. 

Dün bir arkadaşım bana "ne güzel" dedi "çok büyük üzüntülerin çok büyük dertlerin olmamış senin bu hayatta. Kafanda hiç küçük kuruntular bile yer etmemiş."
Evet, her çıkarma işleminden sonra bembeyaz olur önün arkan, sağın solun. Eğer kurşun kalemi çok bastırmazsan, silgiler de hiç iz bırakmaz hatta. Ama aldığın dersler de, öğrendiklerinde, yapman ve yapmaman gerekenler de sana veda ederler böylelikle. Ve her yeni piyesin başında yine repliksiz kalırsın.

Ama tükenmez kalemi de kullanamaz ki beynim. İlkokuldan kalma eski bir alışkanlık gibi, sınıf öğretmenimin bana kızdığı gibi... 
"Onunla yazma, hata yaparsan silemezsin."

                                                                                                                  eylül 2013

Çarşamba

Okyanus ve Beyin

Düşünüp de söyleyemediğim şeylerin hepsi, vaktinden erken koyulan bir nokta gibi cümlelerimi ortadan ikiye böldü. Yalnız kaldı kelimeler, satırlardan düştüler tek tek. Ben de noktalarımı ayak altından toplayıp bir kucak dolusu virgül serpiştirdim fikirlerime, cümlelerime. Her şey her şeye bağlandı, bu yapımda ölen ya da yaralan tek bir cümle olmadı.
İnsan beyni ilginç, doğrusu. Sen gel tecrübelerini kaydet, gün içindeki milyonlarca duyusal girdiyle baş et, otomatikleşen deneyimlerini incecik bir kayışta sakla; sonra mikrogramla ölçülecek düzeyde bir hormon artışı ve dakikada belki yirmi atım anca fark eden bir kalp çarpıntısıyla artık benden bu kadar de, konsantrasyonunu sisli yollarda kaybet. Karmakarışık kablolarla dağınık yumaklar halinde hapsolmuş kafataslarımızın içinde, yapabileceğin onlarca, yüzlerce, binlerce üretim varken, bir anda içgüdülerini bile anca idame ettiren bir et parçasına dönüş. Hiç yapmam diye kodladığın kalıpları paramparça edip kendine yeni 'normaller' edin.

Ama bence beyin, kuvvetli Aşil'in hassas ayak bileğinin kaderini paylaşır gibi vurulduğu bir Eros okuyla yere yıkılacak kadar zayıf olmamalı. Hayır, bunu kabul etmiyorum. Ortaya çıkan bu yegane enerji formunu günlük sorumluluklarını bir sis perdesi ardından izleyip dengesini alt üst eden kişi için nefes alarak değil; yaptığı faaliyetlere farklı renkler katarak, paylaşmak için farklı şeyler üreterek, çoğaltarak harcamalı insan. Mesela noktası az, virgülü bol bir kompozisyon yazmalı karşısındakiyle. Soru işaretleri ve ünlemler satırlardan taşmalı, imla kuralları gerekirse çiğnenip balon gibi patlatılmalı ama cümleler çoğalarak yaşamalı. 

Egonun, gururun, saygısızlığın kirlettiği ilkel bir resme benzememeli aşk ve paylaşım. Karşısındakini bir hapishanenin tozlu demirlerine alnını dayayarak yaşatmak isteyen ama 'benim kalemde güvendesin, korkma' diyen bencil bir duygu olmamalı. Hayır, bu duyguyu hiç bir sinir hücresi, en küçüğü bile, kendi bünyesinde yaşatmamalı. Aşk'ın doğasını kirleten bu duygu altından bir kafes ya da sınırları dikenli tellerle çevrili bir kale gibi hapseder iki kişiyi de ama eğer başarılabilirse aşk, geniş bir bahçeye hatta sınırları olmayan bir orman ya da sürekli devinim ve gelişim halindeki uçsuz bucaksız bir okyanusa dönüşebilir.

Ne demiştim, beyin pek enteresan şey diye... 
Ama aşk da, paylaşım da beynin içinde. Kaleler, kafesler ve okyanuslarsa sizin elinizde.

Salı

Anne ve Babayı kafaya takma


Toplum

Fitzgerald’ın o zamanlar henüz daha 11 yaşında olan kızına verdiği kafaya takılacak ve takılmayacaklarla ilgili o meşhur listeyi biliyorsunuzdur. Listenin en başında “çoğunluğun ne düşündüğünü kafana takma” gelir. Bu bir insandan yapılması beklenen belki de en zor zihinsel egzersizdir. Hepimiz organize toplum ünitelerinde yaşadığımızdan ve her hareket ve düşünce tarzı toplumun belirlediği kurallar çerçevesinde olmak zorunda olduğundan, bizim için diğerlerinin ne düşündüğü büyük önem arz eder. Birey topluma bir şekilde ayak uydurmaya çalışır, ancak aynı zamanda da özel ve farklı olmak ister. Bu ikisini bir arada yürütmek için de kendince dengeyi değişik şekillerde korur. Hep diğerlerinden farklı olduğuna inanır, ama zavallı insan, aslında hep aynıdır. Hatta bu sıradanlığın içinde hapsolmuş kişinin, beyhude farklılık çabasını ve bunun bilinç dışı inkarını ünlü psikanalist Erich Fromm'un analizinde görebilirsiniz:
 "İnsanların büyük bir bölümü topluma uyma gereksinimlerinin farkında bile değildir. Sadece kendi düşüncelerine, eğilimlerine göre davrandıklarını, bir birey olduklarını sahip oldukları fikirlere kendi düşünceleriyle vardıklarını, kendi fikirlerinin çoğunluğun fikirleriyle örtüşmesinin bir rastlantı olduğunu zannederek yaşarlar. Herkesin aynı görüşte olması, insana "kendi" fikirlerinin doğru olduğunu kanıtlar. İçlerinde kalan birazcık bireysel olma gereksinimini, ufak tefek ayrıntılarla diğerlerinden ayrışarak tatmin ederler; çantaya veya kazağa işlenen ismin baş harfleri, gişe görevlisinin üzerinde adı yazılı olan küçük kimlik, farklı partilere ya da öğrenci birliklerine üyelik... Bu gibi şeyler bireysel farklılıkları vurgulamaya yarar. Reklam spotlarındaki "...den farklıdır" sözü, farklı olmak için duyulan gereksinimi ifade eder. Oysa gerçekte hiç bir fark yoktur." 

**************************************************

Aile


Toplumun yapıtaşı olan aileden de bahsedelim biraz. Aile, çocuğun gelişiminin üzerinde en fazla etkinliği olan hem duygusal hem de finansal bir süreçtir. Bu süreç kimilerine göre 18 yaşında biter, kimilerine göreyse bir ömür boyu sürer. Fitzgerald’ın listesinin maddelerinden biri de bununla ilgilidir: “anne ve babanı kafana takma” Bunları çocuğuna tavsiye verebilecek kadar geniş fikirli olması bir yana bence gerçekten de doğru bir noktaya parmak basmıştır. Temelde Fitzgerald'ın listesinde verdiğim iki maddenin de ana fikri, etiyolojik geçmişleri açısından aynı olsa da aile için başka şeyler de söylemek istiyorum.
Aile hem gelişimimizin önünde en büyük engel hem de gelişmemizin en büyük destekçisidir. Burada varmış gibi görülen tezatlık aslında sadece bir bütünün farklı yönlerdeki iki parçası. Anne ve baba çocuklarının hep “en iyi” olması arzusunda olduklarından, hatta kendilerinin yapamadıklarını yavrularının gerçekleştirmesi umudunu hep içlerinde taşıdıklarından, ellerinden geleni ardına koymadan çocuğa destek olurlar. Ancak bunu yaparken minik bireyin ruhuna verdikleri istemsiz zararın dışında bir de bilinçaltında çocuğun bağımsızlığını istememektedirler. Çünkü bağımsızlık aynı zamanda bir kopuşu ve rutinden çıkışı simgelediği için, her anne ve baba için aynı zamanda bir korku kaynağıdır. Yaşadıkları bu çelişki, duygulardaki iki ucun dengesine göre değişmekle birlikte, aile içi ilişkilerde bir yol belirler. Dengenin ne tarafa ne kadar kayacağı ise tamamen ailenin kendi iç çatışmasına kalmıştır. Tabi bu bahsettiğim aile modeli Doğu toplumlarında daha sık rastlanan, koruyucu modeldir.


*************************************************


Sonuç olarak toplumun yapıtaşı dediğimiz kurum bile bu kadar çürük temellere dayanmışken, bu kadar öznelken, bu kadar psikolojikken... Toplumun fikirlerinden, kalıplarından ve yargılarından ne bekliyorsunuz?

Ben hiçbir şey beklemiyorum.

İşte tam da bu yüzden şunu diyorum. Fitzgerald bu noktada haklıydı: çoğunluğu ve anne babayı kafaya takma.

Pazartesi

Tesekkurler

 Parcali bulutlu havalarin kizil gunesli gunbatimlarindayiz. Gunun en sevdigim saatini, kahvemi yudumlayip yagmurun degdigi topraga ve agaclara bakarak parca parca ruhuma indiriyorum. Kuslar sarki soyluyor bize ama kibrimizden eslik edemiyoruz. Daha kanatlarimiz yok ama -cussemizden herhalde- hepimiz dogaya karsi birer agir abiyiz. Iste buna cok guluyorum.
 Wes Anderson filmlerinden sempatik bir kare gibi su an hayatim. Melodramatik bir ask sahnesini sonlandirip ikindi cayina geciyoruz. Tatli kurabiyelerden yiyip cocuklugun kayip sarkilarini icimizde ariyoruz. Eh biz de iste boyle kalender yasiyoruz.
 Birazdan yuvama kapanip minik heykeller yapacagim ve yine onlarla huzurdan, dinginlikten ve hafiflikten konusacagim. Icimizde o kadar cok sey birikmis ki kavramlarin sozcuklere oturmasi belki biraz zaman alir.
 Bir hafta kadar once birbirimizi bir turlu anlamadigimiz ama tutkunun ve askin anlamini beraber kesfettigimiz bir adamla yollarimizi ayirdik. Ona hoscakal dedim dun gece son bir kadeh kaldirip. Ictik guzellestik, tum guzel adamlarla tum guzel kadinlarin serefine. Ve hatta tum guzel hikayelerle tum guzel bitislerin serefine. Bir de tabi ki guzellige...
 Yeni bir sayfa actim ust uste yigdigim gecmisime bir tebessum kondurup. Ozgurluk ve huzur en guzel iki icat bize miras birakilan. Ilki kanatli, ikincisiyse solungacli atalarimizdan. Ah tabi bir de yenilenme gucumuz, o da deniz yildizlarindan.
 Mutlulugun en guzel yani kimseye ihtiyac duymamasi. Varsa vardir, yoksa yok. Bu konuyu bana sorun cunku o sisli puslu depresyondan soyunmam bi iki ayimi aldi ama basardim. Ister bir erkekten, ister bir kadindan, ister bir cografyadan isterse kendi ailenden olsun, bazen ayriliklar da insana farkli kapilar acabiliyor. Ben de bu yuzden iste simdi buradayim.

 O zaman bunca laftan sonra simdi esas mevzuya gelelim: Tesekkurler guzel dostlar, arkadaslar, hayatimi teget gecmis ya da beni dikine kesmis insanlar... Tesekkurler bu yapimda emegi gecen tum tanrilar ve tanricalar...
Tesekkurler deniz yildizi. 
Kendinize iyi bakin ve eger okursaniz bir dahaki yazimda, ararsaniz telefonda, gelirseniz evimde ya da isterseniz de bir kafede, gorusmek uzere. 

Pazar

zaman

Uzun süre bir şeyler yazmak istemedim. Belki kalemim de göz pınarlarım gibi kurudu. Belki anılarımın sözcüklere dökülmeden önce bir kaç kere geçmesi gereken bir beyin kıvrımı vardı ve bugün o yol tamamlandı. İnsanın kafasını toparlaması için zaman gerekiyor.

Önce geçmişimin kırık bir parçasıyla konuştum. O benim kadar kırık değilmiş meğerse. Onu kalbimin en kuvvetli kasına, o istemeden koymuşum zamanında...Bir ara da bir dostla kafam durgunken bir sıkıntımı paylaştım, paylaşınca sıkıntılar da mutluluklar gibi artıyor mu yoksa? Bunu keşfettiğim gün belki 20 gün kadar önceydi. Anlattıkça detayları kuytularına kazıyan bir beyin var, ona ne kadar az mesai verirsen o kadar rahat yaşıyorsun. En azından üzgün olduğun zamanlar...


Stephane'ın rüyaları gibi bir dünya yaratmak istedim. Bu yüzdendi yokluğum. "Bu gece size rüyaların hazırlanışını göstereceğim. Herkes bunun basit bir iş olduğunu düşünür ancak zannettiklerinden biraz daha karmaşıktır... Gördüğünüz gibi, önemli olan: pek çok malzemenin hassas bir şekilde kullanılmasıdır... Önce rastgele düşünceler koyuyoruz... Sonra yaşadığımız günden bir kaç parça ekliyoruz... Veee bunları geçmişten yadigar kalan anılarımızla karıştırıyoruz... mmm... İki kişilik hazırlıyoruz: aşk, arkadaşlık, ilişki ve diğer baharatlar... gün içinde duyduğumuz şarkılar, gördüğümüz şeyler ve ayrıca kişisel şeyler..." 

Projem şuydu ki bunu rüyalara sınırlı değil de, boş vakitlerde kurulan hayallerle de yetinmeden, hani kafamızın içindeki, o kemikten zırhlarla çevrili tahtında rahat rahat oturup bize hükümler veren o kendini bilmeze öğretsek, bize orada bir köşe yaratmasını istesek ve istediğimiz kadar kalmak için de peşin fiyat ödesek fena mı olur? 
"Bugün arkadaşıma çok bozuldum, benim arkamdan nasıl böyle cümleler kurar?" dedikten sonra ilk bulduğu uçakla Beverly Hills'deki yazlığına kaçamayanlar ya da iş yerindeki stresinden bunalıp aklına geldiği saniye Sheraton'da masaj yaptıramayanlar için böyle masrafsız ve sessiz bir köşe çok daha avantajlı olacaktı...Ve sonra... Sonra kendime böyle bir yer inşa ettim. Duvarlarından "Why am I me and not someone else? In chess, it's called Zugzwang when the only viable move is not to move."  yükselen, minderinde oturup Mr. Nobody ile çay içebileceğim bir yer... Geniş bir penceresi var dışarıda yağan karı izlediğim... Yoo kesinlikle uçan kamera misketlerden yok, huzurlu bir yer orası.
Doğduğum günü, zamansız kutlamak istediğimde pastamı üfleyip Aronofsky ile paylaşacağım, girmek için ölseler de Çiçikov'ları, Oblomov'ları, Raskolnikov'ları ve daha bir çok'ovlarını sokmayacağım bir oda orası. Kanepesinde pinekleyip yeterince dinlendiğimi hissettiğimde dışarı çıkabilirim. 
İzlediğim filmleri 'en fazla iki kere' ya da 'baştan sona' kuralı olmadan dilediğim sırada hatırlayabilirim. Kahramanlarımı davet edip satranç oynayabilirim. 
Yani ben orada ben olabilirim...
Ve bir boyutta solmayabilirim. Bilirsiniz dünya masumiyeti kaybettirir.
Ahh beyin... 


Yaşam sıkıcı ama verilen bir şansı kullanmadan edemez insan. 
Zaman tükenmeye meyilli ama onu sömürmeden gitmez insan.

"Büyük patlamadan önce ne vardı? Önce hiç bir şey yoktu. Büyük patlama öncesini biliyorsunuz. Zaman yoktu. Zaman, evrenin kendiliğinden genleşmesinin sonucudur. Fakat evrenin genleşmesi bittiğinde ne olur? İşleyiş tersine mi döner? Zamanın doğası ne olur?
Eğer, gerilim teorisi doğruysa evren, 9 uzaysal boyutla, bir geçici boyuta sahiptir. Şimdi düşünelim...Başlangıçta tüm boyutlar birlikte kıvrıldılar ve başlangıç patlamasında 3 uzaysal boyut olan yükseklik, genişlik ve derinlik ile zaman dediğimiz tek geçici boyut dağıldılar. Geri kalan diğer 6 küçük boyut bir arada kaldılar. Eğer tek boyutlu bir evrende yaşasaydık...Nasıl ayırt edebilirdik illüzyonla, gerçeği? Bildiğimiz zaman bir boyut olarak, tecrübelerimizle yalnız tek yönedir. Fakat, ya yapay bir boyut varsa, uzaysal olmayıp geçici olan?" dedi Mr. Nobody. ben de ona teşekkür ettim. Çünkü öldükten sonra belki de kimse küllerimizi Mars'a gömmeyecek... Mutsuz olma riskini göze alamam.

Bu da benim odamın gerekçesiydi işte... Benim şu an bulunduğum boyutta hissedemediğim diğer boyutumun beynimde tuğlalarla örülmüş biçimi. Pişman olmadan diğer seçeneklerimi yaşayabildiğim özgür dünyam, oyun alanım.

Saygılarımı sunarım.





2012

Bir kız ve erkek hakkında


Kız

 Sempatik olduğu kadar utangaç bir kız tanırdım eskiden. Hayata karşı o kadar çekimser kalırdı ki, bir salyangozun anılarında bile yaşadığını sanabilirdiniz. Konuşmak onun için biraz lükse kaçardı, hayattan küçük tebessümler ve ince tecrübeler çalardı. Vanilya kokardı ve ne zaman size baksa iri yeşil gözlerinin ışıkla dans edişini seyredebilirdiniz.
 En temel özelliği çok sağlamcı olmasıydı. Mesela amaçladığı yerden hep bir durak önce inerdi. Elbiseleri de hep bir beden büyüktü. Çok korkardı kaybetmekten. Hatta bir erkekten çok etkinlendiği bir zaman aralığı vardı. O zamanlar kalbinin gerçekten güçlü attığını da söyleyebilirim, defterinin arkasına bir şeyler karalamıştı:
"Bu çok daha güzel bir duygu. Çok değer verdiğin insanı, zamanla eskiyip lekeleri gözüne batınca çöp kutularına bırakmamakla ilgili bir şey. Çünkü ilişkilerin bedenleri küçülür ama dostluk hep standarttır."
Bu yüzden çok değer verdiği insanları kokulu deterjanlarla yıkar, naftalinlerle saklardı yakın arkadaş raflarına. Hayatı, sevdiği erkeklerin uçup gitmesini önlemek için aşık olmayarak geçti. Olursa da unutacaktı.
Denklem basitti.
Aslında hep korkmuştu yaşamaktan. Eğer güzel vakit geçirirse hemen biterdi sanki saniyeleri, hesabının hemen kapanacağını düşünüp irkilir daha yavaş hareket ederdi. Anları daha sıkıcı olsun da saatler tazı gibi geçmesin diye de pek düşünmezdi.
O hayatında lunaparka bir kere bile gitmemiş, palyaçolara hiç gülmemişti. Balonları bir bir patlatmış ama hiç eğlenmemişti.
Her doğum günü partisi sonrası takvime bakıp bakıp hüzünlenirdi.
Her hücresi birbirinden yalnızdı aslında, belki biraz da bu yüzden iletişim kuramıyordu hayatla.

.......

Erkek

Geçmişinin ipleri davranışlarını yönetir, buna da bilmeden izin verirdi. Mutsuzdu o çoğu zaman, siz bilmezsiniz. Hoş ben de bilmezdim dünyasını tanıyana kadar. Yalnızlıktan çok korkardı. Sanki karanlık ve derin bir mağarada hapsolmuş gibi hisseder, yalnızlığın huzurlu hamağında uzun süre sallanamazdı.
O çok iyi bir erkekti aslında.
Türlü türlü vanilyalı kekler, tarçınlı kurabiyeler ve çikolatalı pastalar yapmayı çok severdi. Yaptıklarına o kadar özenirdi ki sımsıcak hamuru kabarıp evi güzel kokular sardığında bile kekini yemek istemezdi, kurabiyeler fırının üzerinde süslü tabaklarda bekler, pastaları hüzünlü biblolar gibi yemek masasının üzerinde poz verirlerdi.
Kaybetmekten çok korkardı. Düzeninde yalnız kalmak yoktu, hayır imkanı yoktu öyle tek başına yapamazdı. Evinde televizyonunun sesi hep açıktı mesela, ya da arkadaşlarıyla olmadığı günlerde bir kadına sımsıkı sarılır, o gece onsuz uyuyamazdı.
Ailesi onun yanında pek olamamış akşam yemeği sofraları dışında. Okula gidene kadar hep bir köşede arabalarını birbirine kendi çarptırmış, legolarını kendi bozup oynamış. Biraz daha büyüyünce de hayatın sert tokatlarını yemekten sıkılana kadar her köşe başında inatla birilerine sarılmaya çalışmış, terk edilmemek için yalvaran bakışlarla. Ve neyden çok korkarsanız o olur, o da hep üzülmüş.
Nasırları duygusal ilişkilere son vermekle artık acımaz olmuş, yeni yaralar açılmamış ruhunda. İnsanlara değer vermezse onlar gidince ağlamazmış, o da kendi hayat denklemini böyle kurmuş.

......

Bir gün iki korkak insan bir otobüste karşılaşmışlar.
Kızın yeşil bakışları erkeğin göğüs kafesini delmiş ama kan akmamış. Kalbini uzun süredir kullanmadığı için artık orada nabız ritminden başka yaşam belirtisi kalmamış zaten.
Erkek ona yere düşürdüğü kartını vermiş. Kız almış ama ellerinin hissettiği tatlı bir sıcaklık olmaktan çok uzakmış. Ellerini mağaza vitrinlerinde unuttuğunu hatırlamış.
Erkek ona yol vermiş. Kapıya doğru ilerlerken bile kızın kokusunu alamamış, çünkü burnunu dün uyuduğu kızda bırakmış.
Zamanperest kız da ineceğinden bir durak önce inmiş zaten, yine kendi durağını kaçırmaktan korktuğundan, yine kaybetme korkusundan...
Aslında ne zaman ne hayat ne de insanlar, onları yitirmekten korktuğun için sana normallerinden daha müsamahalı davranmazlarmış. Takvimler ilerlemeye devam eder, insanlar durakları geldiğinde iner, vanilyalı kekler soğur, giysiler eskirmiş... Kurallar böyleymiş.


2013

Kadın, erkek ve çocuk

21.yüzyılın içinde inatla kendine yer edinmeyi başaran distropik bir cehennemde yaşamaktayız. İçinde bulunduğumuz bu korku toplumunda iki t...

Haftanın en çok okunanları