Çarşamba

Kadın, erkek ve çocuk

21.yüzyılın içinde inatla kendine yer edinmeyi başaran distropik bir cehennemde yaşamaktayız. İçinde bulunduğumuz bu korku toplumunda iki tane ana cinsiyet modeli karşıt kutuplarda konumlanmakta ve tam da yin yang gibi birbirini tamamlamaktadır. Biyolojik özellikleri ayırmaktan ziyade toplumsal konumları ve görevleri ayıran keskin bir sınır tarafların üstlerine başlarına yapışan bir takim sıfatlar ekler: “yönetilen, kaburgasından yaratılan, itaat eden, korunmaya muhtaç, narin” sıfatları hemen “kadın”ın önündeyken, “yöneten, sözü geçen, kuralları uygulayan, koruyan” da “erkek”in ruhuna karışır. Burada göze batmadan yaşamanın kuralı çok basittir. Hayatta kalmak için nasıl güçsüz güçlüye itaat ederse, nasıl zorbalığa sessiz kalıp kaderini kabullenirse, işte aynı şekilde kadın da erkek de yerini bilip ona göre yaşamalıdır. Kimse kimsenin sıfatını ödünç almaya çalışmadıkça huzursuzluk çıkmaz, sistem onu zehirli oklarıyla yaralamaz. Kadın bir koruyucu bulur, bu değişmez olarak bir erkektir. Hemcins kabul edilemez. Yani kronolojik sırayla gidecek olursak önce baba, ardındansa bir koca bu görevi üstlenir. Çünkü toplumun öğretilerine göre kadın biyolojik yapısı gereği zayıf ve hayatta kalmak için desteğe ihtiyacı olan bir canlıdır. Kendi kendine varolacağını ve bir koruyucuya ihtiyacı olmadığını söyleyen kadın bir asidir ve bir takım dışlayıcı etiketlere maruz bırakılır. Toplum için varlıkları bacaklarının arasındakinden ileriye gitmeyen bu iki cinsiyetin ödemesi gereken bedeller belki açlıktan ölmek değildir ama sevgisizlikten de ölünebilir. Yavaş yavaş, içten içe bir ölümdür bu ve çoğu kişi bunu göze almak istemez.
Peki bu algı yönetiminin amacı nedir? Tek bir kelime: Çocuk. Nesilden nesle aktarılan tüm bu beyin yıkama seremonisi nesli devam ettirmek adına, her ay doğurgan döneminde ortaya çıkan bir yumurta ve onu dölleyecek bir spermin kavuşması içindir. Buna teşvik için kadının zayıf gösterilmesi şarttır zira kendi kararlarını bağımsız olarak verebilecek bir canlı kontrol altında tutulamaz. Üreme onun insiyatifine kalan bir eylem olduğu zaman ortaya çıkan yüzde elli şansı sistem riske atmayı istemez. Çünkü onun ucuz iş gücüne, askere ve güdülecek bir sürüye ihtiyacı vardır. Kadının seçim şansı toplum baskısı ve cinsiyet adaletsizliği ile elinden alınır ve bu seçim onun kararı olup olmadığından bile asla emin olamayacağı bir sürece teslim edilir. Kimi zaman daha insancıl sözlerle de bu süreç desteklenir. “Anne cennet kapılarının ortasındadır.” (...) “Cennet annelerin ayakları altındadır.” (...)  Kadının nihai görevi anne olmaktır, bu karanlık sisteme asker olabilmeleri için olabildiğince çok çocuk vermektir ve pek tabi, insan soyunu devam ettirmektir. Bu, kadınların biyolojik kaderidir. Kadın hamile kalamadığı her ay rahminden kan ağlayarak cezalandırılır. Toplum bu cümleleri kurmadan sinsice bizi buna inandırır. Kimse yemek yemediği zaman salgılanıp boşa giden sindirim enzimlerinin hesabını sormaz ya da güneş görmemesine rağmen 21 günde bir dökülen ölü hücreleri ayıplamaz. Ama evli bir kadına kanadığı her ay doğmayan çocuğun hesabını sormak bu toplumda hak gibi görülür. Sistem, kadının bu yüzden varolduğuna toplumu zaten ikna ettiği için bunun sorulmaması saçma olur. 

Dengeniz kahrolsun


Volkanik patlamalardan çıkan kaynar lavların, soğuyup sertleşince geride bıraktığı şey her zaman kötü anılar değildir. Yaptıkları yıkım sonrası bıraktıkları telafi, bir kaç kaya parçasıyla okyanusta yüzen bir kaç adacık olabileceği gibi, mücevherlerin ana karakterleri olan bir kaç değerli taş da olabilir. Söylentilere göre M.Ö. 1650'de Santorini'de meydana gelen volkanik patlamada tüm canlılar yok olmuştur. Böyle bir felaketten sonra oluşan ve zerafetle parlayan yemyeşil bir yakut şu an tasasız, güzel ve zengin bir kadının gerdanında ışıl ışıl parlıyor olabilir. Eğer bu varsayım doğru olsaydı o zaman felaketler ve oluşan pahalı ödüller birbirini dengelemiş sayılır diyebilir miydik? Eksiler artılarla toplanınca kocaman, şişman bir sıfır eder mi?

 Aslında doğanın en keskin kavgalarında, en kızgın savaşlarında bile bu sorunun yeri yoktur. Yavru bir geyiğin çiçeği burnunda annesinin etini, acımasızca kemiklerinden ayıran kuvvetli aslanın karnı doydu diye, bir ailenin parçalanmasına değer miydi? İşte o da böyle bir sorudur. Doğada, ahlaki düzeyde bir denge kavramı yoktur. Ya da sıfırlar diyelim, hangisini tercih ederseniz...
 Kısacası yıkımların telafilerinin kendi içinde bir anlamı olsa da aslında hiç bir şey hiç bir şeyi dengelemez. Çünkü aynı nehirde bile iki kere yıkanılmaz ki aynı ağırlıkta iki olgu birbirine denk düşsün. Ama yine de her şeyden önce dengeyi zaman faktörüyle bir daha düşünün. 

 Hayat her yıkımın ardına kötü sonuçlar iliştirip seçeneklerinizi kirletmez, hemen karamsar bir havaya bürünmeyelim. Dedim ya ışıl ışıl taşlar, karnı tok sırtı pek aslanlar falan... Hayat irili ufaklı süprizler de bırakır boşalan koltuklar için. Mesela ak sakallı bilge bir amip yeni hücreler oluşturmak için bölündüğünde kendisi varoluş penceresinden ölmüş kabul edilse de geriye iki minik yavru amip bırakır. Yeni hayatlar yeni umutlar... Ancak hani olur da oluşan yavrular, mikroorganizmalar dünyasına yararlı işler yapamazlarsa-ki bu herhangi birimizin kanlı ishalle tuvaletlerde sürünmemeniz anlamına geliyor-o zaman bu ilk amipimizin boşuna öldüğü anlamını mı çıkarıyor?

O zaman hayat nedir? Bence, yine de dengededir. 
Yin yang işaretini bilirsiniz. Birbirlerine kucak kucağa sarılmış bir siyah ve bir beyazın mesafeli aşkının simgesidir. Her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülüğün içinde de bir iyilik... Zeytin yağı ve su gibi, hiç karışmayacaklarını bilerek ve hiç birbirlerine karışmayarak... Ancak yine de dengededirler. Yoksa bir yin yang işaretimiz olmazdı, onun yerine gri bir dairemiz olurdu. Demek ki neymiş? Denge varmış. Ya da iki rengin birbirine karışmayacak kadar saygısı... Artık hangisini tercih ederseniz.

Elmasın sırf karbondan oluştuğunu Fransız kimyacı Lavoisier 18. yüzyılda bir elektron mikroskopunda onu inceleyerek anlamadı. Elması yaktığında elinde kalanın sadece bir parça karbondioksit gazı olduğunu gördüğünde durumu kavradı.
O zaman demek ki hayat biraz da riskmiş. Ya da belki de merak uğruna elmasa kıymayı bilmekmiş. Artık siz ne derseniz.

Yıkımların ardından kazançlar, kayıpların ardından doğumlar gelir dedim, peki gerçekten bu dünyada yasalar hep böyle midir?
Bilmem, sen de bilmezsin bence. O da bilmez. Himalayaların tepesinde bulunan yüksek tapınaklardaki budist rahipler bile bilmez. Bilgisizlikten ruhlarımız kurumuş zaten bizim, topyekün insanlar olarak yani.
Ama çözüm aranabilir. Ve çözümler her zaman karmaşık formüllerle ya da bir dağın tepesine yollanan emrivaki ayetlerle gelmez, bazen gerçekten çok basittir. Örneğin NASA uzaya astronot gönderdiğinde, tükenmez kalemlerin yer çekimi olmadığı için mürekkebi kağıda akıtamayacağından, çalışmayacağını bilemezdi. Bunun üzerine 12 milyon dolarlık bir çözüm bularak yer çekimsiz ortamda yazabilen bir tükenmez kalem icat etti. Gerçi Rusların çözümü biraz daha pratikti: kurşun kalem kullanmak. Yani bunu şöyle söyleyelim: basit çözümler vardır.

Neyse çok dağıldık. Sonuçta hayat riskler, dengeler ve süprizler toplamıdır. Daha da güzeli, yaygın kanının aksine aslanlar değil amipler kraldır.

Not: İnanmıyorsanız tüm doğal felaketlerden sağ kurtulma ihtimalinin, tek hücrelerden mi yoksa çok hücrelilerden mi yana olacağını biraz düşünün. Öptüm.

Perşembe

İçimiz de dünya gibi yuvarlak



Tohumunun filizlendiği yerden biraz daha uzaklara gittikçe ya da sadece gittiğini hayal ettikçe, oralardan başka bir seni de beraber alıp tekrar geri döndükçe, bazense döndüğünü düşünüp aslında dönemedikçe dallarının da kollarının da uzadığını, sayısızca çoğaldığını düşünmez misin?

Bir zaman sonra her yeni yolculuğunda gidişlerle dönüşler artık karışmaya başladıkça, istikametler düşünceye, düşünceler yollara dönüştükçe ve sen aslında nereden başladığını unuttuğun bir yolda ilerlediğini düşünmeye başladıkça toprağa doğru daha güçlü köklerle yayılmaz mısın? Ama bir yol nerede başlar, öncesinde şayet sabit durduysan oradan mı yoksa daha nesnel davranmak açısından, çıkmaz sokaklardan mı? Ve o yol nerede biter, en yakın bir başka çıkmazda mı yoksa ona en uzağında mı? Ya da daha doğrusu senin nefesinin yettiği kadar uzağında mı? 


Mesafelerde uzaklaştıkça kendinden ve bildiklerinden de uzaklaşmazsan, çelişki gibi görünen bir açıdan, kendine daha da çok yaklaşmaz mısın?

Çarşamba

İlkbahar mektupları ve uzun mesafe arkadaşlıkları

Sevgili kendine has ve ufku geniş arkadaşım, 

Bu yazıyı sana kapalı ve yağışlı bir Nisan sabahının bulutlarından, güneşli ve serin hayallerimin kıyılarına doğru yazıyorum. Sevdiklerimden ve alıştığım her şeyden uzak ama kendime de bir o kadar yakın bir yerden yazıyorum, içimden yazıyorum. Kalbimden yazıyorum.

Buraya taşınalı çok fazla zaman geçmedi ama yerleştim, kuruldum filan derken bir bakmışım günler geçmiş. Daha geçen pazar otostopla gittiğin bir geziden otobüsle dönüşünde beni evinde yatarken bulmuştun. O zaman da söyledim yine söylüyorum Türkiye'de yapma bunu evladım, içimdeki anlamsız ve gereksiz anne bunu söyleme ihtiyacı hissediyor. Buraya da yazıyorum ki; söz uçar yazı kalır. Ben elimden geleni yapayım.

Sonraki gün kararsız programlarıma ayak uydurmak için planlarını iptal etmiş, beni yine ağırlamış ve ardından yolcu etmiştin. O fotoğrafını bastırıp duvarıma yapıştırmak istiyorum ama ev sahibim eşyaları ve duvarları konusunda biraz katı, bu yüzden yatağımın başucuna koyacağım. Burada evler ve ev sahipleri şahıslarına münhasır, gelince sen de görürsün.

Buranın caddelerinde, ara sokaklarında ve parklarında saatlerce yürüyüp insanlarıyla konuşabilirim. Evlerin kendilerine has, badanaları çıkmış ve eskimiş halleri bile o kadar özgün ve güzel ki, beni buraya çeken şeyleri yavaş yavaş anlayabiliyorum. Kimi evlerin çatısı bile yok ve bazılarının dış cephesi devasa fareler tarafından kemirilmiş gibi. Hatta kiralamak üzere gezdiğim evlerden birinin asansörü eski James Bond filmlerindeki gibi demir tellerle açılıp kapanan, içi buram buram ahşap kokan ve bozulursa içinde mahsur kalınma ihtimalini taşıyan bir kutudan ibaretti. Merdivenler genel olarak asimetrik ve eski yıllarda moda olan içi beyaz noktalı gri taşlarla kaplı. Burada alt geçitler bile dikkat etmezsen içlerinde küçük süprizler barındırabiliyor. Parklar ve yürüyüş yolları bilinçli olarak modern zamana ayak uydurmayı reddediyormuş gibi bakımsız ve sallapati ama ben bunu da çok seviyorum. Küba'ya dair beni çeken şeyleri, burada yaşıyorum. Çoğu insanın bu ülkeye dair anlamadığı bu galiba; onların yoksulluk ve geri kalmışlık olarak nitelendirdiği şeyler benim zaten bir şekilde aradıklarım ve bulduğuma sevindiklerim... Buraya gelebilmem için oluşan, oluşacak olan ve çoktan oluşmuş her koşula ve her şansa her saniye teşekkür ediyorum. 

Ayrıca dün gece eve hırsız girecek korkusundan -ve ironik gelebilir ama mutluluktan- tüm gece uyuyamadım, genel olarak buralar tekin değil ve ekstra ücret gerektirdiği için evimde bir hırsız alarm sistemi de yok. Aslında alarm sistemleri de köklü bir mafyanın elinde zaten, aylık olarak yenilemediğin takdirde tesadüfen o ay evine hırsız giriveriyor. E herkes kendi ekmeğinin peşinde, ne yaparsın. İyi ki çok değerli şeylerim ve fazla param yok. Neyse bana öyle geliyor ki en fazla üç dört güne deliksiz uyumaya alışırım. 

Korku ve mutluluğu bir arada yaşamak kafa karıştırıcı gibi gelebilir ama ben halimden memnunum, içimdeki mutluluğu tarif edebilecek sözcükler henüz icat edilmedi. Sanki tüm bu yaşadıklarım hayatımda gördüğüm en güzel rüyaymış gibi uyanmaya korkuyorum. Hani hayallerini yakaladığın bir nokta vardır ve o noktaya varınca buna inanamazsın da "Böyle bir şansı hak etmek için ne yaptım ben?" diye kendi kendine sorarsın, işte kendime sürekli o soruyu soruyorum. 

Çok kısa bir zaman sonra sen de farklı bir ülkede ve şehirde bu mutluluğu yaşacaksın. Aradığımız şeylerin başkalığı ve farklılığı aynı hissi paylaşmamıza engel olmadığı gibi, duygularımızın yoğunluğunu bile etkilemiyor eminim. Bunu hissetmek çok güzel, senin adına da mutlu olabilmek ve bu şekilde daha da fazla mutlu olabilmek... Mutluluk dediğin çarpım tablosu gibi zaten, toplanmak yerine katlana katlana artıyor. Ve senin için de o an geldiğinde bana hislerini tarif etmek için bir mektup yaz ya da sadece dans et, fark etmez, ben hissederim. Çok ama çok mutlu olacağını ben zaten biliyorum.

Umarım beni ziyarete en kısa zamanda gelirsin.

Seni çok seviyorum.

Ecem.


Nisan 2016

İlişkiler, değişim ve biyokimya üzerine

Yapısını anlayamadığım insan doğasını çözmek için psikoloji kitaplarından ve varoluşçuluktan ümidimi kestiğim gün biyokimyaya başladım. Sonuçta hepimiz atomlardan oluşan, uzaysal konfigürasyonu belli yaratıklarsak neden organik tepkimeler bizim davranış kalıplarımızı açıklayamasın? 


Mesela enzimlerin* substratlarıyla** birleşme modelini ele alalım. Önce bir enzimin substratıyla birleşmesinde "Anahtar-kilit uyum modeli"ni bulan bilim adamları, bir süre sonra bununla yetinmeyip "uyum oluşturma" veya "indüklenmiş uyum" kuramını ortaya atmışlar. Yani bu isim salatasının anlamı şu: bir enzim ve bir substrat birbirleri için yaratılmış iki puzzle parçası şeklinde birleşmektense, sözkonusu enzimimiz daha yaratıcı bir şey yapıyor; şeklini olabildiği ölçüde değiştirip substratıyla uyumlu hale getiriyordu. Bu insanların ruh eşini bulma çabasında tamamen onları tamamlayan bireyler bulma umudunu, onlar için azcık değişebilen ve onlardan da biraz değişmesini talep edebilen partnerler bulmaya doğru sürüklemiyor mu? Eğer hepimiz bir şekilde tamamlanma ve ortaya öncekinden daha ulvi bir son ürün çıkarma davranışıyla güdülenmişsek, ben enzimlerle katalizlenen tepkimelerden daha mantıklı bir benzetme göremiyorum. En azından biyokimya kitaplarımızda. 


Peki o zaman bu teorimin gerçekliğini sorgulayacak olursak: karşımızdaki için değişmemiz ona uyum sağlayabildiğimiz ölçüde güzel bir şey mi? En azından bir tepkime yaratacak düzeye gelmemiz bunu gösterir nitelikte ancak değişim denen dinamik kelime bir sonraki öğünümüzde tavuk yerine bezelye yemeyi tercih etmek kadar basit değil ki, hemen konuyu burada kapatalım. Değişiklik yapmak değişmek demek değildir. Değişim sözcüğü tdk'ya göre: bir zaman dilimi içindeki değişikliklerin bütünüdür. Eylem hali olan değişmek ise başka bir biçim ya da duruma girmek, tahavvül etmek demektir. Yani tekrar örneğimize dönecek olursak, en basit tabirle belki de belli bir zaman dilimindeki tüm öğle yemeklerimizi bezelyeye çevirmektir, denilebilir.


Burada bezelyeden ya da sizden başka bir özne, bir nesne yok. Siz kendiniz için değiştiniz, pek tabi ki isteyerek değiştiniz, substratını gören bir enzimin kollarında sallanan küçük moleküller gibi değiştiniz. Aminoasitlerinizi değiştirmeniz için yoldan geçen herhangi bir protein kafanıza silah dayamadı ya da tercihinizi bezelyeden yana kullanmanızda sevgilinizin bir rolü olmadı.


Ancak kendinizle ilgili yaptığınız değişimler, eğer sizden başka bir varlık için yapılmışsa, yani psikolojiyi ilgilendiren bir noktada "fedakarlık" adı altında yapılan gelecekte alacağınıza emin olduğunuz verilen bir borçsa, derin bir nefes alın ve düşünün. Eğer yapılan şey bir fedakarlıksa, verdiğiniz borcun ödenmediğini gördüğünüzde "uğruna heba ettiğiniz yıllarınız" için ciğerlerinizi kavuran bir sigara yakmaz mısınız? Tabi çoğu zaman daha başka şeylerin de yanmasına neden olan örnekler de biliyorum.


Ama kaçırılan detay şu: değişimi kendin için yaptığın noktada karşında bir muhatap kalmayacak ki, sen fedakarlık yapmış olasın. Fedakarlık o cümleye ait olmayan başka bir özne eklediğinde sahneye çıkan bir kavram. Değişiyorum çünkü Merve böyle istiyor, dersen işte o an yandın zaten. Git ve o ilişkiyi bitir çünkü en iyi ihtimalle zaten bir gün ödenmemiş borçlardan bitecek ya da en kötüsü küfürler ettiğin onlarca yıl, saçında beyazlar ve gözaltlarında morluklar olarak her gün aynada sana kendini hatırlatacak. 


Sen istediğin için değiştin çünkü artık ortam şartlarına uyum sağlayamıyordun. Sen değiştin çünkü artık başka tepkimelerde başka ürünler çıkarmak istiyordun. Sen bunu kendin için yaptın. Değişmek istemiyor musun? O zaman değişme. Başka substratlar bul kendine, başka tepkimelerde farklı ürünler üretmeye çalış. Çünkü on bin yıl beklesen de, ısıtıp ısıtıp bekletsen de; bir enzimle bir substrat birbirine uyumlu değillerse, bir tepkime veya bir paylaşım çıkartamazsın. Sadece on bin yılını ve enerjini tükettiğinle kalırsın.


Ben değil, bilim böyle söylüyor.


Saygılar.








*Bir kimyasal tepkimeye sebep olan ve onu hızlandıran, çoğunlukla protein yapısında olan organik maddeye enzim denir.


**Substrat, biyokimyada enzimlerin tepkimelerinde işlenen maddelere verilen addır.

Cuma

Öfkenin ceketini giymiş köşedeki gözyaşı

İçinde bulunduğumuz bu garip yüzyılda, toplum içinde katıla katıla gülmek ne kadar normal ve insani bir eylem olarak sayılmaktaysa, gözlerin kızarana kadar ağlayıp burnunu hüzünle çekmek de bir o kadar "zayıflık" içeren bir eylem gibi görülmektedir. Neden mutluluğumuzu paylaşırken bu kadar cömertken, kırılgan taraflarımızı göstermek bu kadar zordur ki? Ve neden toplum önünde sahneye çıkarttığımız göz yaşları bu kadar savunmasız kılar bizi? Gülmek için özel bir an beklemezken, ağlamak için rakı masalarını seçer, içli şarkılar dinler, hatta bunu bile yapmaz çoğu zaman odalarımıza kapanır yüzümüzü kimsenin göremeyeceği kuytulara gömeriz. Ağlarken görülmek yüzünün orta yerinde çıkan irinli bir çıban gibi saklanılması gereken hastalıklı bir hicap; hatta üzerine kalın bir örtü örtülüp sansürlenmesi gereken müstehçen bir görüntü gibi alelade kaldırılması gereken bir utanç tablosudur. 


Peki şimdi biraz da öfkeden bahsedelim. Hani her intikam filminde mutlaka bahsi geçen, dışımızı ateşlerde kavurup içimize dikenli teller saplayan zehirli duygudan... Onu açığa vururken de bu kadar savunmasız hisseder misiniz kendinizi? Bize yalan söylediğini anladığımız yakın bir arkadaşımızın yüzüne bağırırken, kendisine güvenmemize rağmen arkamızdan konuştuğunu duyduğumuz bir yakınımıza tesadüfen rastlarken ya da eski sevgilimizin daha ayrılalı bir ay geçmeden yeni bir sevgiliyle el ele önümüzden geçtiğini görürken bu duygunun bir şimşek gibi beynimize çakmasına ne kadar aşinaysak, onu göstermekte bir mahsur görmediğimiz hissine de bir o kadar aşinayızdır. Kaşlarımızı çatıp keskin sözlere sarılmak veya yüksek perdeden bağırmak, bir duygunun toplum içinde kendimizi zavallı ya da zayıf olarak hissetmediğimiz bir ortaya çıkış şeklidir, mağrur bir ifade biçimidir. Onu dışarı dökmek-özel durumlar haricinde-kaçınılmaz bir hak problemidir, elzemdir. Bundan utanmak şöyle dursun, arkadaşlarımıza anlatıp bir daha ve bir daha sinirlenir, ne kadar da haklı bir tepki verdiğimizi bir de onlardan dinleriz.


Peki bu zehirli duyguyu açığa vururken takındığımız yüzsüzlüğümüzü, kat kat kilitlere vurup derin sulara gömdüğümüz üzüntülerimize bağlamam ne kadar saçma bir mantık olabilir? Öfke, derinlerde yatan kırgınlığımızı ve hatta gözyaşlarımızı toplum içinde göstermenin en yerinde, en uygun, en kabul edilebilir yolu değilse nedir?


Aslında iç sesimizi dinleyip kanayan yerlerimizi kabullenip onları vurduğumuz kilitlerden özgür bıraksak, onları iyileştirmeye çalışsak daha mantıklı bir karar vermiş olmaz mıyız? Aslında üzüntünün de hayal kırıklığının da insani bir duygu olduğunu kabullenebilsek ve öfkemizin altında yatan gözü yaşlı kırgın hislerimize dokunmaktan utanmasak daha mutlu olmaz mıyız? 


Ama bunu başarabilmek için önce tüm duyguların "normal" olduğunu kabul edebilmek, sonra gözyaşlarını bir sır gibi saklamaktansa gülmek kadar doğal bir refleksle dışarı dökebilmek ve tabi ki bunun için de bolca cesaret barındırabilmek gerekiyor. Yani öncelikle toplum içinde bile göstermeye utandığımız kırgınlıklarımıza ve üzüntülerimize önce bizim sarılmamız gerekiyor ve kendi gözümüzde zamanın geleneksel tabiriyle "zayıf" olduğumuzu kabullenmemiz gerekiyor. Ancak ondan sonra zayıflık diye yaftalanan bu değerli şeyin gerçek bir güç olduğunu anlayabileceğiz.


Olduğumuz gibi olabilmenin, baş kaldırabilmenin en zor ama en etkili yoludur bu. Çünkü biz sustukça çoraklaşırız, kalbimizdeki çiçeklerimizi ve yoncalarımızı çürütüp yerlerine dikenli teller ekmeye başlarız. Suni bir çöl inşa ederiz göğsümüzün orta yerine. Suya aç milyonlarca kaktüsümüzle birlikte hiç sırıtmadan ve dikkatleri üzerimize toplamadan yaşarız. Eğer buysa "güçlü" olmak, pek güçlüyüzdür. Bununla övünebiliriz.


Ben bu yazıyı duygularını açığa vurmanın utanç verici olduğunu deneyimleriyle anlayan küçük bir kız olarak, ilerleyen yıllarda öfkesinin gözyaşlarından daha değerli görüldüğü bir kadın olarak ve yıllar sonra bir can dünyaya getirdiğinde ona bunları öğretecek bir anne olarak yazıyorum. Ama ben bunu sadece kadınlar için yazmıyorum, bu yazım aynı zamanda erkekler için. Ben ataerkil sistemlerin en kötü yanının "güçlü bir erkeklik" tanımı altında zayıf ve çorak erkekler yetiştirmesi olduğunu düşünüyorum. Bu yazıyı öfke patlamaları yaşayan, ağlamaktan korkan ve kendilerini kızgınlıktan kızarmış gözlerinin arkasında güçlü hisseden milyonlarca zayıf erkek için yazıyorum. Ve henüz ilkokula başlamamış oğullarını "erkekler ağlamaz." kalıplarıyla yetiştiren, gözyaşlarından önce kendileri korkan tüm anneler için...

Cumartesi

Yönleri belirsiz tüm haritalarda mavidir doğum sancıları

Bu hayatta istisnasız herkesin bulacağı, naftalinlere gömüp kalbinin çekmecelerinde saklayacağı, arada sırada katlarını açıp havalandıracağı ama hiç bırakmayacağı bir ders var. İnsanlar onu bulabildiklerinde, bulduklarında görebildiklerinde, gördüklerinde kabullenebildiklerinde ve nihayetinde kendilerine katabildiklerinde, işte o zaman, neredeyse tüm insanlığın çağlar boyunca aradığı, bulamadıkça hırçınlaştığı, hırçınlaştıkça saldırganlaştığı ve en sonunda gittikçe uzaklaştırdığı şeyi anlıyor olacaklar. Gözlerini sonsuzluğa kapatmadan ve son nefesini bitkiler için dağıtmadan önce, bu hayatı boşuna yaşamamışım ben, diyebilmek için. Sultan Süleyman'ın bile yanına kalmayan dünyanın, cepsiz kefenlerin ve bir karbondioksit molekülünün çekirdeğinde barındırdığı bütün bir tarihi anlayabilmek için. Ve tek başına nefes alarak da varolan tüm canlılarla beraber solumanın, tek başına adım atarak da, herkesle hareket edebilmenin mümkün olduğunu kavrayabilmek için.


Peki cevapları bulmanın zorluğu, aslında bir soru sormayı yüzyıllardır öğrenemediğimizden ve hatta konuya da zaten kulaktan dolma bilgilerle hakim olagelmemizden kaynaklanıyor olabilir mi? Belki de. Olabilir.


Pozitif değerlikli bir atomun eteklerinde sallanan, önce vermesi, ancak ondan sonra alabilmesi gereken bir elektron gibi, iki harfli su damlacıklarında kendini kaybeden iyonlar gibi, ya da kimyasal tepkimelerin bir şekilde barındırdığı, aldığı veya çıkardığı büyüklü küçüklü tüm enerjiler gibi... Kısacası kimya gibi mi bir şeyler? Yoksa momentlerini eşitleyip üzerlerine uygulanan kuvvetleri hesapladığımız kaldıraçların, toplam kinetik ve potansiyel enerjilerinin farkının sıfır olduğunu bildiğimiz taşların ya da sürtünme kuvvetlerinde kaybettiğimiz gelmiş geçmiş tüm hareketlerin enerjisi gibi, fizik gibi mi bir şeyler? Varolan enerji yok olmazsa, yoktan bir enerji mi var olmaz yoksa hiçlik de enerji de aynı şeyi ifade eden farklı iki kelimeden mi ibaret? Ya da belki de yerçekiminin iliklerimize kadar her parçamıza etki ettiği bir ortamda, zaten biraz yalansız biraz da kayıpsız olmadan hayat dediğin şey gerçek olamaz...


Ama tüm tepkimeler ve elektronlar bir yana, bir ya da bir kaç ders var ortada, dipsiz gibi görünen kuyulara ulaştıramadığın taşlar gibi, boydan boya sis bürümüş dağların eteklerinde yaşayan ağaçlar gibi, varlığını bildiğin ama göremediğin her şey gibi. Bir ders. Ve onu bulunduğu yerden çekip almak için cesaretin yoksa, elinde kalan cevapsız sorularınla ya da sorusuz cevaplarınla ölürsen, o zaman son nefesinden geriye boşa yaşanmış bir hayat bıraktığını hissetmeyecek misin? O tek nefeslik son an'ında, araştırmadığın sorularla ilgili bir pişmanlık duyduğunda gülüp geçebilecek misin?


Sana bu süreçte acı çekmeyeceğini söyleyemem. Tabi ki çekeceksin. Everest'in zirvesine ulaşmaya çalışırken teker teker ölen dağcılarla bir daha ölecek, önemini daha önce kavrayamadığın hedefler için bir de sen hırs dolu göz yaşları dökeceksin. Ve kaynaşıp bir can oluşturmaya gücü yetmeyen milyonlarca spermin yüzleştiği başarısızlığı sen tek bir bedende yaşayacaksın.


Ama başardığında, onu dipsiz kuyulardan ve sisli ormanlardan çekip gün yüzüne çıkardığında, işte o zaman, güneşi sen doğuracaksın. Ben inanıyorum; çektiğin tüm doğum sancılarının, damla damla döktüğün terlerin ve pusulası şaşmış tüm hedeflerinin, doğurduğun şeye değdiğini o an anlayacaksın. Anlayacaksın. 

Pazar

Hüzünlerime gülüyorum

Bir yerlerde insanlar işkence edilerek öldürülürken, canlı canlı yakılırken ve yardım çığlıklarından sapıkça keyif alan insanlarca tecavüz edilirken; bir yerlerde küçük çocuklar kahkahalarla annelerinin kucaklarına koşuyor, sevgililer kavuşuyor ve birbirini tanımayan insanlar birbirlerinin yardımına koşuyor. Araya nokta koymadan bunca tezat kelimeyi aynı cümlede kullanınca bile etkilerini birbirlerine sarılıp yok edemiyor, hiç biri değerinden bir harf dahi kaybedemiyor. Ama benim içim acıyor, kalbim tüm gürültüsüyle göğsümü parçalıyor, kanıyor. Sesim kısılıyor konuşmak istediğimde, boğazımda bir hıçkırık düğümleniyor. Ya da gülüyorum bazen, saatlerce. O kadar sesli gülüyorum ki, yan masadan şikayet ediyorlar da biraz sessiz olabilir misiniz, diyor hüzünlerim. Hüzünlerime gülüyorum. 
 Hayatı tanımlamaya çalıştığımda, elimde kocaman bir sözlük kalınlığında bir sürü sözcük birikiyor, avuçlarımdan, eteklerimden taşıyor. Ama yine de bir araya getirdiğimde bir paragraf edemiyor. Beynim farklı zamanlardan yüklemler, farklı çekimlerde kelimeler kusuyor. Sonra düşündüğüm dille hissettiğim dil birbirine karışıyor. Bir de bakıyorum ki kavramlarım yollarını şaşırmış, neyin doğru neyin yanlış olduğunu unutmuşum. Gerçi doğru ve yanlışın da içini boşaltıp pamuklarla dolduralı renkleri teker teker solan saç tellerim kadar zaman olmuş. 
 Sınıflandırmanın ve sınırlamanın sadece ruhu zehirlediğini, doğrunun ve yanlışın atalarımızın konuşma yetisini kazanır kazanmaz bizimle dalga geçmek için ürettikleri bir şaka olduğunu ve hepsinden önemlisi hepimizin kayıp parçalarını er ya da geç bulacağını düşünmeye devam edeceğim. Eğer fazla hayalperest ya da Pollyanna gibi geliyorsam kulağa, daha fazlasını söylemem sonucu değiştirmeyeceğinden, şu an buradan devam edeceğim: evet, bir gün herkesin anlamayı ve sevmeyi öğreneceğinden de eminim. Bir gün içimdeki dayanılmaz boşluğu doldurmanın ya da onunla barışmanın bir yolunu bulacağıma emin olduğum gibi. 
 Ve o günler gelene kadar, hayatın tüm tezatlıklarına, tanımsızlarına ve muğlaklığına rağmen, yine gülmeye devam edeceğim. Bazen ağlayacağım, öfkeden ya da acıdan boğazım yırtılana kadar çığlıklar atacağım, hatta bazen ölmeyi bile düşüneceğim. Ama ardından en acılı gecelerin bile sabahında beliren güneşin ışığı gibi, hep kahkahalarla güleceğim. 

Çarşamba

Kemiklerin üzerine söylenen şarkılar

Güneş yine pek cömert bugün, tane tane dağılıyor elbisemin örtemediği köşelerime. Tenimin bronz çağındayım ama yaralarıma sorsan çoktan demir çağını da aşmış durumdayım. Bulutlar da çok güzel, gökyüzüne rastgele atılan pamuk parçaları gibi dağılmışlar her yere. Biraz daha zıplayabilem üstüme başıma dökülecekler, gözeneklerime sinecekler. Neyse, böyle de herkes halinden memnun.

Bugün sabah kalkıp yoga yaptım vücudumu uyandırabilmek ve içimi biraz daha temizleyebilmek için. Papatya çayı içtim bir de, sıkıntılarım biraz sulansın, açılsın renkleri. En son ismi portakala benzeyen o ülkede bırakmıştım halbuki, pek çok alışkanlığımla ve arkadaşımla birlikte. Her yeni ülke, bürokratik bir kaç işlem ve oturma izniyle birlikte yeni alışkanlıklar da istiyor senden. Bense lavanta kokulu bu yeni şehirde tekrar aynı alışkanlıklarıma dönüyorum. Tuhaf geliyor ama işe yarıyor. Rahatlıyorum.

İçimde midemden kalbime doğru uzanan bir okyanus var, kaburgalarımın arasından dalga dalga kemiklerime ve iliklerime çarpıyor. Bazen köpürüp hırçınlaşıyor, özellikle anlamsız ve sıkıntılı rüyaların sabahında. Ama sonra yatışıyor. Ağrılarım azalıyor. Bir yelkenli indiriyorum okyanuslarımı birbirine bağlayan boğazımdan. Rüzgarın onu hangi kanallarımdan geçirip hangi adalarımda dinlendirdiği mühim değil; eninde sonunda yüzmeyi öğrenmiş bir yelkenlim olacak. 

Ve ben de artık hislerime güvenmeyi öğrendiğime göre şu oyuna bir üst level'dan devam edebilirim sanırım, mantarları tek tek toplayıp prensesi kurtarmaya çalışmaya. Hayatta aldığın dersler bazen yıkıcı olabiliyor ama fırtına dindiğinde öğrendiklerinden kendine masallar yapabiliyorsun. Ki bu en zevkli kısmı.

O zaman buraya kısa bir masalın güçlü bir anafikrini bırakıyorum ki unutulmasın: fırtınalardan sonra, ilk önce kemiklerine bak. Hala oradalarsa bil ki senin için fazlasıyla umut var. Ama parça parça olmuş ve her tarafa dağılmışsalar da üzülme çünkü La Loba hepsini toplayıp senin için özenle sıraya dizer. Ve şarkısını bitirdiğinde tekrar nefes alabileceğinden emin olabilirsin. Sadece Rio Abajo Rio'ya girmeye biraz cesaretin olsun, kalanı kendiliğinden gelir.

Salı

Ayrımlar sadece gözlerde


 Bambaşka ülkelerin bambaşka şehirlerinden gelen bambaşka kadınların veya bambaşka erkeklerin-aynı evrimsel sürecin çocuğu olmak dışında-kaç tane ortak noktası bulunabilir? Kültürlerinin oturduğu tabanın farklılığı ya da yeme alışkanlarından günlerini planlama şekillerine kadar barındırdıkları varyasyonlarlar insanları birbirlerinden ne kadar farklı kılar, ne kadar uzaklaştırabilir?
 Kendimi, hayatı boyunca başka dilleri konuşmuş, başka bayramları kutlamış, başka dinlere inanmış ya da başka olaylara sevinmiş insanlara; aynı maçları takip ettiğim, aynı dizileri izlediğim veya içimde aynı gündemi ve kültürü biriktirdiğim kişilerden daha yakın hissedebilir miyim? 

 Evet, hissedebilirim.
 
 Ben bu sabah onlara ancak çıkmaz ayın son çarşambasında geç kalmayı bırakıp vaktinde geleceğimi söyledim. Aralarından biri lafıma güldü, onun ülkesinde "domuzlar uçmaya başlayınca" derlermiş. Diğeri ise "senin vaktinde geldiğini ancak avucumda saç çıkmaya başlayınca göreceğiz bence" dedi. Hep beraber güldük. Aynı dilde güldük. Aynı renkte güldük. 

 Aynı şeyleri hissettik, sadece bunu ifade eden kelimeler farklıydı. 

 Tüm duygular ortaktı, gördüm. Yerde yatan sokak köpeği için sosisli sandviç alan arkadaşım da, emekli maaşı olmayan bu ülkede yaşamaya çalışan emeklilere yardımcı olmak için minik bir karpostal alan arkadaşım da, yere düşen çocuğun gözyaşını unutması için türlü komiklikler yapan bir başka arkadaşım da bambaşka ülkelerden ve kıtalardan geliyorlardı. Niyetlerindeki iyilik güneş ışığının aydınlattığı gök gibi büyük, rüzgarın dalgalandırdığı su birikintisi kadar hareketliydi. Kültürlerin, dillerin ve tüm diğer şeylerin köklerinin, toprağa tutunan ağaçlarınki gibi derin olduğunu... Senin, benim, onun.

 Evet, farklı bedenlerin içinde yaşayan aynı ve tek bir insanın var olduğunu bilmek, tüm güzelliklere yetmez mi?

 Bence yeter.

Cumartesi

Sadece rüyalar yırtık dökük

İnsanlar mutlu diye düşündüm, fotoğraf karelerinden yansıyan parlak gözlerine bakınca. Gülüyorlar, dışarı çıkıyorlar, dondurma yiyorlar mesela... Tatile gidiyorlar birlikte, yüzüyorlar, sevişiyorlar. Arkadaşlarıyla buluşuyorlar, sohbet ediyorlar, birbirlerine bazen hediyeler verip sonra bolca sarılıyorlar. 
Hep de yüzleri gülüyor. Fotoğraflar öyle söylüyor.

İnsanlar mutlu.

Sonra kendime bakıyorum. Yıkık dökük bir terzi dükkanına girmişim, elimde tamiri imkansız bir elbiseyle amcaya bakıyorum medet uman gözlerle. "En sevdiğim elbisemdi, onarmanız mümkün değil mi?" Hayır anlamına gelen bir baş hareketiyle birlikte önündeki işe geri dönüyor. Sanki ben orada yokmuşum da arkamdan söyleniyormuş gibi "O elbise eskiciye bile verilmez, tamiri mümkün müymüş..." diyor. Olduğum yerde anlamsız gözlerle terziye bakıyorum. Ve belki de ilk defa o anda, ilk beğendiğimde de yırtık pırtık bir elbiseden ibaret olan şeyin aslında benim yüklediğim değerden başka bir şey olmadığını fark eder gibi oluyorum. 

Ama bu detayı umursamamakta direniyorum. Bir süreliğine de olsa işe yarıyor aslında.

Eve döndüğümde elbisemi tekrar deniyorum. Etek kısmının kumaşı yırtılmış, ipleri dizlerime sarkıyor. Göğsümden göbeğime doğru inen kısma denk gelen yeşil bölümde bir kahve lekesi var. Onu görmezden gelsem bile sırtımdaki fermuarın kumaşa bağlandığı yerin delik deşik olduğunu farkediyorum.

Onarılmaz kıyafetlerin onarılabilir parçaları var biliyorum. Ama asla istediğim gibi olmayacağını onu değiştirmeye çalışmadan önce anlamalıydım ya da onu baştan almamalıydım diye düşünüyorum.

İşte o an umudumu kaybediyorum.

Terziye geri dönüp ona teşekkür etmek istiyorum. Evden çıkıp yeniden dükkanın yolunu tutuyorum. İçeri girdiğimde karanlıkta kumaş parçalarıyla yapayalnız kalmış boş bir masayla karşılaşıyorum.

Bir süre etrafı inceliyorum. Ahşap kokulu odadan taşan yılgın iplikleri, tersi pis iğneleri ve içlerinden geçmeye korktuğum sökükleri... Neden sonra yanağımın ıslandığını fark ediyorum. Elbiseyi orada bırakıp koşar adımlarla uzaklaşıyorum.

Güneşli güne kendimi bırakıp Karşıyaka vapuruna atladığımda içimdeki martılarla konuşuyorum. Susamlarımı güvercinler yiyor, saat kulesi gülüşümü çeyrek geçiyor. Dalgalar az konuşup çok vuruyorlar bedenime; tuzlanıp ruhlanıyorum.

Ve sonra çok mutluyum işte. 

Fotoğraflardaki insanlar artık canlanmış yanımda oturuyorlar. Ya da ben o karelere girmişim, hangisi doğru şu anda bilemiyorum.
Külah külah dondurma yiyorum, sevdiklerime küçük süprizler yapıyorum. Hayallerime sarılıyorum.

Bir bilet alıp sırt çantamla başka bir ülkeye gidiyorum. Başka insanlarla, balıklarla ve denizlerle başka fotoğraf karelerinde karşılaşıyorum. Artık ezici duygular ve tıkanmış duygular hissetmiyorum mesela. Ciğerlerime serin esintiler doluyor, hafifliyorum.

O elbiseye ne oldu artık bilmiyorum. Doğrusu bilmek de istemiyorum.

2015

Çarşamba

Gitmekten korkmayın

Güçlendirdiğiniz kökleriniz kadar, her bir yaprağını ayrı ayrı beslediğiniz, gökyüzüne uzanan dallarınız olsun. Ancak o zaman gitmekten korkmadan özgürce gökyüzüne doğru çoğalırsınız. 

Uçamıyor olmanız gökyüzünü dilediğinizce izleyemeyeceğiniz anlamına gelmez. Bulutlarla konuşmaktan, onlara aşık olmaktan ya da sımsıkı sarılmaktan korkmayın. Kollarınız birbirine kavuştuğunda içinize aldığınız kişinin yine kendiniz olduğunu görmek sevindirir. 

Ayrıca gökyüzüne bakmak, gökyüzünden bakmak kadar önemli bir meseledir. Ona yeterince bakarsa, ordan bakmayı da başarır insan. Ve bilirsiniz, oradan bakınca ip gibi kıvrılan nehirlerin, çarşaf çarşaf serilen denizlerin, yaşam yeşili ormanların yani hiç bir şeyin, herhangi bir ismi ya da bağlı olduğu bir ülkesi yoktur. Sınıflamak ve sahip olmak, hırslı ve toprakta yaşayan beyinlere mahsustur; siz bulutlarda yaşayın. Varsın size hayalperest ya da ayakları yere basmayan sıfatlarını kullansınlar, sorun değil, gökyüzü güzel. Gökyüzü canlı. 

Ona sahip olmamaktan korkmayın. Kimse hiç bir şeye sahip değil zaten. Maksat yaşamaktan korkmayın.

Pazar

Çukurlarımız, vadilerimiz

Hayatta olmanın bir büyüsü yok mu şimdi? Kuşlara bakmanın, kedilerle konuşmanın, ağaçlara sarılmanın? Tarihi geçmiş aşkların hiç mi yenilip yutulacak yanı yok? Heyecanlarımızın pili mi bitmiş, kıyıda köşede kalmaktan merakımız mı küflenmiş? Ne olmuş bize? 

Sebep olarak doğadan uzaklaşmış olmamızı düşündüm bir süre. Hani kızılderilileri anlayamadığımızı, bırak onu aslında kendi tarihimizi bile anlayamadığımızı yani şamanik kültürümüzü ve toprağa bağlı köklerimizi filan. Tüm yozlaşmışlıklarımızı ve düşük motivasyonumuzu buna bağladım. Ama sonra fark ettim ki biz önce birbirimizden uzaklaşmıştık. Yani senden ve benden, ondan ve diğerlerinden, kadınlardan ve erkeklerden, canlılardan ve bedenlerden. Herkesten. Yani gerçekten herkesten.

Hayatımızı güzelleştiren ve yaşamı mücadeleye değer kılan yegane şeyin ilişkilerimiz olduğunu unutuverdik birden. Giderek soluklaşan ve bataryaları azalan telefonlarımızın ışığında, sevdiklerimizin önce gözlerini unuttuk. Ardından seslerini ve hislerini. O kadar yapay bir parlaklığa hapsolduk ki içimizdeki aydınlığı unuttuk. Uzak doğu felsefesini gülünesi bir coğrafi mesele sandık, içeriğini anlamaya çalışmadık. Ama halbuki hepimiz el ele tutuşan kağıt bebekler gibi değil miydik? Farklı desenlerimize ve boyalarımıza rağmen aynı kağıdın çocukları değil miydik? Yırtılsak da, yıpransak da öyleydik. Hamurumuz aynıydı, mayamız aynıydı. Kanımız, damarlarımız, gözlerimiz, ağzımız, ellerimiz aynıydı. Unuttuk işte. Bunları tamamen unuttuk. Atomlarımızın aynılığını, atomlarımızın elektronlarının aynılığını, atomlarımızın elektronlarının arasındaki boşluğun aynılığını, atomlarımızın elektronlarının arasındaki boşluğun boşluğunun aynılığını... Tüm boşlukların ve boşlukların boşluklarının aynı olduğunu ve boşluğun tamamen boş ve tek olduğunu. Unuttuk. 

Ben insanlara dokunmayı hep sevdim. Onların hislerine, gülüşlerine, mimiklerine, hayallerine ve düşlerine. Ve onlara her dokunduğumda kendime de dokunduğumu hissettim. Aramızdaki görünmez bağları hissetmek için önce duvarlarımızı ve engellerimizi aşmamız gerekiyordu ve bunu yapmak için de önce utangaçlığımızı yenmemiz gerekiyordu. Bir insana karşılık beklemeden seni seviyorum diyebilmekle başlardı her şey. Beğendiğim ve takdir ettiğim özelliklerini garip olur mu diye baskılamaktan ziyade söze dökebilmekle başlardı. Ve öyle başladı. Söze dökülmüş hisler vücuda kavuşmuş ruhlar gibi aramızda gezindiler, sevildiler, bilindiler. 
İnsanlar aynı özden yapılmış bambaşka renkler gibiydi ve daha başka, daha farklı renkler olabilmek için karışmak gerekiyordu. Ne kadar çok renkle karışırsan o kadar çoğalıyordun, o kadar beyaza yaklaşıyordun, tersine ne kadar yalnızlaşırsan o kadar az, düz ve çorak devam ediyordun hayatına.

Ve ben zaten pürüzlerimi de, saçaklarımı da, korkularıma karışmış hesaplaşmalarımı da, umutsuz karmaşalarımı da kurduğum ilişkiler sayesinde çözebiliyorum ya da elimden geleni yapıyorum diyelim. Her ilişkimle, karmakarışık çatışmalarımdan ve hesaplaşmalarımdan, ilmek ilmek hassasiyete ve umuda ayrılıyorum. Bir insanı tanıdıkça, kendi kuyularımın dibindeki aynaları görüyorum; göz yanılmalarımı, ilizyonlarımı ve abartmalarımı. Dibime yaklaşıyorum. 

Dibimize yaklaşıyorum.

Salı

Alelacele hep hayatlar

Yalnız bir parkın tedirgin bir bankında oturuyorum. Çevremdeki kaldırımlar ve yollar suratsız, renksiz, şekilsiz bir insan kalabalığıyla sarılmış ve hareket halinde. Boz rengi ceketine tütün gibi sarınmış ve sararmış bir adam, alelacele döndürülen sigara misali her adımda tükene tükene yürüyor karşı kaldırımdan. Ardından da tesbih adımlı, dua suratlı izbandut gibi bir kadın. Öyle dindar ki bakışları, durdurabilsen hayatın anlamını veya tadını sormak istersin, acelesinin nedenini bir de. Ardından yaşı iki basamaklıları ancak görmüş bir çocuk, bakışları önüne kilitlenmiş adımları aceleci geçiyor yanlarından. Hepsi teker teker yalnızlar ama toplasan kalabalıklar, ya da gerçekten çok yalnız bir kalabalıklar. Ve onlar aslında orada değil. Tamam, gözlerimin önündeler, yürüyorlar, acele ediyorlar, somurtuyorlar, telefonla konuşuyorlar, gündemi takip ediyorlar, eşlerine kızıyorlar, çocuklarına kızıyorlar, geçmişlerine kızıyorlar, annelerine söyleniyorlar ama hepsi ayrı ayrı ve hep birlikte başka başka yerlerde yaşıyorlar. Gözleri önlerinde hayali bir noktaya kilitlenmiş, sırtlarından kurulmuş oyuncaklar gibi mekanik hareketlerle işgal ediyorlar eğri büğrü sokakları. Sonra işte, bu kadar acele niye diye soruyorum kendi kendime. Zaman geçmiyor mu yıllar tükenip sonunuz gelmiyor mu böyle acele edince? Sanki öyle bir hıza ulaşacaksınız ki ışık hızına ulaşıp boyut atlayacaksınız filan, öyle bir umut mu ki hepinizin içinde? Bir şeyler biliyorsanız söyleyin bana da, kimseyle konuşmayalı neler kaçırdım bilmiyorum. 
Son zamanlarda kendi kendime ettiğim muhabbetlerin vardığı nokta daha çok kendim ve daha da çok kendim. Kendimce, kendi düşüncelerimle, kendi halimde. Kendim sandığım ve itinayla kendimin sandığım kavramlar kendimin değilse kimin bilmiyorum. Kendi sesimden başka duyduğum diğer ses, beynimde çoğalan yine kendi sesimin yankısı olduğu düşünülürse kendi'ler kendim'ler filan hepsi hayalden bozma yani. Düşünüyorum o halde kayboldum. Zaten herkes farklı sonuçlara ulaşıyor diyalektiğini sevdiğim benliklerde.
Ne diyordum. Yalnız bir parkın tedirgin bir bankında oturuyorum diyordum. Acele telaşlar, acele gülüşler, acele sevinmeler, acele sevişmeler, acele üzülmeler, acele sessizlikler, acele ayrılıklar görüyorum. Birileriyle ayaküstü tanışmalar, henüz sarılmadan okşamalar, daha anlamadan gülüşmeler, ruhundan önce bedenini keşfetmeler ve hep içi boş sevişmeler... Hepsi, her şey, herkes alelacele. Sanki el yordamıyla bulunuyor artık sevgiler. Acele ettikçe eskitiyorlar, eskidikçe yenilerini alıyorlar, tekrar tüketiyorlar, sonra tekrar ve tekrar... Seri üretimden muzdarip, ucuzluyor tüm duygular. Ve onlar hala hiç bir şey olmamış gibi yürüyorlar, yürüyorlar, yürüyorlar. Ben hala yalnız bir parkın tedirgin bir bankında otururken başka bir takım insanlar da, gerçekten bulundukları yerdeler; fiziken ve ruhen-ve yürmüyorlar.Bu insanlar şu anda hastane odalarında, yoğun bakım kuytularında, acil servis yataklarında yaşam mücadelesi veriyorlar-ve gelecekte değil şimdide yaşıyorlar. Karnı boydan boya kanserle, zehirle dolu bir teyze, bünyesinin kaldıramayacağını söyleyen cerrahlara inat ameliyat olmak için ısrar ediyor. Genç bir çocuk arkadaşlarıyla okula gitmek yerine zamanının çoğunu hematoloji polikliniğinin koridorlarında raporlarla, iğnelerle, muaynelerle, takiplerle geçiriyor. Güzel bir kız yarım saat önce gittiği piknikte alerjisi olduğu arı tarafından sokulduğu için nefes alamıyor. Mosmor dudaklarıyla yardım isteyen bakışlarıyla, üstünü başını yırtarak hayattan bir şans daha diliyor. Aynı saatte yoğun bakımda altmışını yeni geçmiş sirozlu bir adamın kalbi bu stresi daha fazla kaldıramayacağına karar verdiği için duruyor. Ve istisnasız hepsi şu anda yaşamak için vişne suyuna dönmüş kanlarıyla, enjektörlerin delip patlattığı damarlarıyla, pelteye dönmüş vücut kaslarıyla ve deli gibi çarpan kalpleriyle bir kaç saat fazlası için inat ediyorlar. Çoğu tatsız tuzsuz besinlere, şeker yerine tatlandırıcı içeren ürünlere, doz doz ayarlayacakları insülinlere ve boy boy haplara razı, bedenlerinden ikinci bir şans diliyorlar. Ve o insanlar orada. Evet gerçekten oradalar. Ölüme bir kaç saniye kala, hiç biri eşlerine, çocuklarına, geçmişlerine, geleceklerine, kaderlerine kızmıyor; annelerine, babalarına, patronlarına, iş arkadaşlarına söylenmiyor; o gün kaçırdıkları toplantıları, sinema seanslarını, yeni çıkan kitapları, vizyona girememiş festival filmlerini, ülkenin halini ve hatta akşam yemeklerini nereden sipariş edeceklerini, belki de son zamanlarda biraz göbeklendiklerini, şu günlerde biraz dikkat etmeleri gerektiğini veya komşunun kızının yeni getirdiği zayıflama formüllerini düşünmüyor. Evet, hiç birini düşünmüyor. Ve ben hala yalnız bir parkın tedirgin bir bankında oturuyorum. Acele yaşamları, alelacele bitişleri, acele telafileri, acele savaşları, acele barışları izliyorum. Onlardan biri olmak istemiyorum.

Cuma

Mavi

Saçları kafasından karışık, beyni kalbine tam orta yerinden yapışık kızın odasındayız. Onun için her şey 'bir şey' olduğundan, odası hayal dünyasına, yatağı da düşlerine tam orta yerinden yapışık. Ve tam da düşlerinin sağ yanında kalan masasının orta yerindeki vadinin dibinde bir kalem var. Kaleminin mürekkebinden gizemli yıldızlar ve karanlık sular damlıyor. Sesleri gece yarısı tempo tutan musluklar gibi düzenli. 
Sabaha karşı aniden uyandığında kafasının içinde leyleklerin ve martıların kanat seslerini duyuyor. Bugün onları beslemeyi unuttuğu aklına geliyor.  Gözlerindeki vapurları sefere yollayıp simit tanelerini göğsünden çıkartıyor ve kitabının dalga seslerini biraz daha açıyor. 
Onun cümleleri, kelimeleri ve hatta virgülleri bile mavi. Vurguları ve mimikleriyse tuz ve yosun kokar.
Saçlarından her gün bir gemi kalkıp bacaklarının ufuklarında kaybolur, kaybolan fikirleri kaşlarına doğru kıyıya vurur, kıyılarından da kucak kucak duygu çıkar. O hep kendi denizinde yüzer.
Balıkların girip çıktığı kuytu kayalıkları, içi mektup dolu şişelerin burnunu uzattığı dalgaları, güneşin öptüğü martıları seyreder. Denizcileri güzel havalara yelken açar, içi sır dolu şapkalarıyla ve her zaman deposu dolu şaraplarıyla kafası karışık, beyni kalbine yapışık kızın gözlerinden geçer. 
O her şeyin farkında. Bu yüzden ucundan gizemli yıldızlar ve karanlık sular damlayan kaleminin kapağını kapatıp düşlerine hazırlanıyor şimdi. Yolu uzun ve keyifli. 

Pazar

Tablo

Ceketinin maviliği üstüme döküldü, her yerim sırılsıklam mavi oldu. Çizgi çizgi akan duygularını avuçlarımdan akıtıp ne kadar da Van gogh'a benzedin şu anda dedim, en az onun kadar delisin. Seninle aynı acıları çekiyoruz güzel Munch, diye mırıldandı. Aynı yollardan geçip karşılaşmayan, benzer şeyler hissedip hiç konuşmayan insanlar gibi, iki çılgın ressam gibi, bizim gibiydi bir şeyler.


Ve rüzgar gülleri sürekli döndüler, ifade etmek istediklerini gözlerime kusarcasına. Kimseye sahip olamayacağını söyledim. Ne bana ne başkasına. Breakfast at Tiffanis'in son sahnesinde Holly'nin çok çabuk teslim olduğunu söyledim. Tüm kızılderililerin, budistlerin ve hatta Eric Fromm'un düşüncelerine daha fazla değer verseydi bunları anlardı. 

Çantasını hazırlayıp yola koyulacağını söyledi. Yeni bir başlangıç yapacakmış belki Tibet'te ya da Endonezya'da. O kadar fazla başlangıç yapmıştı ki, hiç yol alamamıştı. Bana kalırsa yeni bir sayfa açacağına silgi filan kullanmalıydı. O zaman kağıt çöpü eski buruşuk sayfalarla dolmazdı. Ona şehirleri terk etmenin kendini terk etmekle aynı olmadığını söyledim, sen hep kendi peşinden geleceksin. Yeni bir şehir bulamayacaksın. Hiç Kavafis'ten bir şeyler öğrenmedin mi? Sadece güldü. Hiç bir zaman tutkulu bir şiir aşığı olmamıştı.

O gece kollarının uzunluğu bana sarılmaya yetmeyecek erkeklerle ve bakışları bir şarap kadehinden daha sıcak olmayan kadınlarla vakit geçirdim. Yüksek tonlu kahkahaların altında samimiyetsiz içtenlikler yarattım. Gülüşümün notasından tanırdı orda olsaydı. 

Ve duvarlarımı...

Ve duvarlarını...

Cuma

Huyumdur

Huyumdur.
Birini unutmak istiyorsam onunla ilgili tüm güzel saatleri, bütün anlamlı heceleri silerim beyin defterimden.
Kötü anılarıysa suda yüzen plastik şişeler gibi yüzeye yollarım tek hamlede. Hafifliğinden batmayan cümlelerim gibi hatta kaba bir küfür gibi, ulu orta fırlatıveririm gökyüzüne.

Unutur muyum peki? Bal gibi de unuturum. Dökeceğim tek göz yaşı boşa harcanan zamanım için olur bu sayede. Ve biliyor musunuz ben bu basit matematik denklemini kurduktan sonra geriye bilinmeyen tek bir x bile kalmaz. Şüphelerimi sıfırla çarpar, mutluluklarımı da aynı kayıtsızlıkla bine bölerim.

Kolay mıdır peki? Çok kolaydır hem de. Kalbimde artık benim için yasak olan bir bahçenin güllerini budayıp yabani otlarını koparmaktan çok daha kolaydır. Her gün solan çiçekleri yeniden diriltmeye çalışmaktan, toprağını havalandırıp sulamaktan daha kolaydır. O bahçeyi yıktırmak ona bakmaktan çok daha kolaydır.

Acıtmaz da insanın içini. Bozuk bir saatin tik taklarını dinlemekten daha az sinir bozucudur, temin ederim. Bir elektirik düzeneğinin kısa devre yapan yoludur, basit bir fizik oyunudur.
Ama her cerrahi prosedürün biraz yan etkisi biraz da riski vardır kendi içinde. Hafızayı yeniden şekillendirmenin de önünde uzanan gelecek seçimlerinin üzerinde olumsuz etkisi vardır. 

Dün bir arkadaşım bana "ne güzel" dedi "çok büyük üzüntülerin çok büyük dertlerin olmamış senin bu hayatta. Kafanda hiç küçük kuruntular bile yer etmemiş."
Evet, her çıkarma işleminden sonra bembeyaz olur önün arkan, sağın solun. Eğer kurşun kalemi çok bastırmazsan, silgiler de hiç iz bırakmaz hatta. Ama aldığın dersler de, öğrendiklerinde, yapman ve yapmaman gerekenler de sana veda ederler böylelikle. Ve her yeni piyesin başında yine repliksiz kalırsın.

Ama tükenmez kalemi de kullanamaz ki beynim. İlkokuldan kalma eski bir alışkanlık gibi, sınıf öğretmenimin bana kızdığı gibi... 
"Onunla yazma, hata yaparsan silemezsin."

                                                                                                                  eylül 2013

Çarşamba

Okyanus ve Beyin

Düşünüp de söyleyemediğim şeylerin hepsi, vaktinden erken koyulan bir nokta gibi cümlelerimi ortadan ikiye böldü. Yalnız kaldı kelimeler, satırlardan düştüler tek tek. Ben de noktalarımı ayak altından toplayıp bir kucak dolusu virgül serpiştirdim fikirlerime, cümlelerime. Her şey her şeye bağlandı, bu yapımda ölen ya da yaralan tek bir cümle olmadı.
İnsan beyni ilginç, doğrusu. Sen gel tecrübelerini kaydet, gün içindeki milyonlarca duyusal girdiyle baş et, otomatikleşen deneyimlerini incecik bir kayışta sakla; sonra mikrogramla ölçülecek düzeyde bir hormon artışı ve dakikada belki yirmi atım anca fark eden bir kalp çarpıntısıyla artık benden bu kadar de, konsantrasyonunu sisli yollarda kaybet. Karmakarışık kablolarla dağınık yumaklar halinde hapsolmuş kafataslarımızın içinde, yapabileceğin onlarca, yüzlerce, binlerce üretim varken, bir anda içgüdülerini bile anca idame ettiren bir et parçasına dönüş. Hiç yapmam diye kodladığın kalıpları paramparça edip kendine yeni 'normaller' edin.

Ama bence beyin, kuvvetli Aşil'in hassas ayak bileğinin kaderini paylaşır gibi vurulduğu bir Eros okuyla yere yıkılacak kadar zayıf olmamalı. Hayır, bunu kabul etmiyorum. Ortaya çıkan bu yegane enerji formunu günlük sorumluluklarını bir sis perdesi ardından izleyip dengesini alt üst eden kişi için nefes alarak değil; yaptığı faaliyetlere farklı renkler katarak, paylaşmak için farklı şeyler üreterek, çoğaltarak harcamalı insan. Mesela noktası az, virgülü bol bir kompozisyon yazmalı karşısındakiyle. Soru işaretleri ve ünlemler satırlardan taşmalı, imla kuralları gerekirse çiğnenip balon gibi patlatılmalı ama cümleler çoğalarak yaşamalı. 

Egonun, gururun, saygısızlığın kirlettiği ilkel bir resme benzememeli aşk ve paylaşım. Karşısındakini bir hapishanenin tozlu demirlerine alnını dayayarak yaşatmak isteyen ama 'benim kalemde güvendesin, korkma' diyen bencil bir duygu olmamalı. Hayır, bu duyguyu hiç bir sinir hücresi, en küçüğü bile, kendi bünyesinde yaşatmamalı. Aşk'ın doğasını kirleten bu duygu altından bir kafes ya da sınırları dikenli tellerle çevrili bir kale gibi hapseder iki kişiyi de ama eğer başarılabilirse aşk, geniş bir bahçeye hatta sınırları olmayan bir orman ya da sürekli devinim ve gelişim halindeki uçsuz bucaksız bir okyanusa dönüşebilir.

Ne demiştim, beyin pek enteresan şey diye... 
Ama aşk da, paylaşım da beynin içinde. Kaleler, kafesler ve okyanuslarsa sizin elinizde.

Salı

Anne ve Babayı kafaya takma


Toplum

Fitzgerald’ın o zamanlar henüz daha 11 yaşında olan kızına verdiği kafaya takılacak ve takılmayacaklarla ilgili o meşhur listeyi biliyorsunuzdur. Listenin en başında “çoğunluğun ne düşündüğünü kafana takma” gelir. Bu bir insandan yapılması beklenen belki de en zor zihinsel egzersizdir. Hepimiz organize toplum ünitelerinde yaşadığımızdan ve her hareket ve düşünce tarzı toplumun belirlediği kurallar çerçevesinde olmak zorunda olduğundan, bizim için diğerlerinin ne düşündüğü büyük önem arz eder. Birey topluma bir şekilde ayak uydurmaya çalışır, ancak aynı zamanda da özel ve farklı olmak ister. Bu ikisini bir arada yürütmek için de kendince dengeyi değişik şekillerde korur. Hep diğerlerinden farklı olduğuna inanır, ama zavallı insan, aslında hep aynıdır. Hatta bu sıradanlığın içinde hapsolmuş kişinin, beyhude farklılık çabasını ve bunun bilinç dışı inkarını ünlü psikanalist Erich Fromm'un analizinde görebilirsiniz:
 "İnsanların büyük bir bölümü topluma uyma gereksinimlerinin farkında bile değildir. Sadece kendi düşüncelerine, eğilimlerine göre davrandıklarını, bir birey olduklarını sahip oldukları fikirlere kendi düşünceleriyle vardıklarını, kendi fikirlerinin çoğunluğun fikirleriyle örtüşmesinin bir rastlantı olduğunu zannederek yaşarlar. Herkesin aynı görüşte olması, insana "kendi" fikirlerinin doğru olduğunu kanıtlar. İçlerinde kalan birazcık bireysel olma gereksinimini, ufak tefek ayrıntılarla diğerlerinden ayrışarak tatmin ederler; çantaya veya kazağa işlenen ismin baş harfleri, gişe görevlisinin üzerinde adı yazılı olan küçük kimlik, farklı partilere ya da öğrenci birliklerine üyelik... Bu gibi şeyler bireysel farklılıkları vurgulamaya yarar. Reklam spotlarındaki "...den farklıdır" sözü, farklı olmak için duyulan gereksinimi ifade eder. Oysa gerçekte hiç bir fark yoktur." 

**************************************************

Aile


Toplumun yapıtaşı olan aileden de bahsedelim biraz. Aile, çocuğun gelişiminin üzerinde en fazla etkinliği olan hem duygusal hem de finansal bir süreçtir. Bu süreç kimilerine göre 18 yaşında biter, kimilerine göreyse bir ömür boyu sürer. Fitzgerald’ın listesinin maddelerinden biri de bununla ilgilidir: “anne ve babanı kafana takma” Bunları çocuğuna tavsiye verebilecek kadar geniş fikirli olması bir yana bence gerçekten de doğru bir noktaya parmak basmıştır. Temelde Fitzgerald'ın listesinde verdiğim iki maddenin de ana fikri, etiyolojik geçmişleri açısından aynı olsa da aile için başka şeyler de söylemek istiyorum.
Aile hem gelişimimizin önünde en büyük engel hem de gelişmemizin en büyük destekçisidir. Burada varmış gibi görülen tezatlık aslında sadece bir bütünün farklı yönlerdeki iki parçası. Anne ve baba çocuklarının hep “en iyi” olması arzusunda olduklarından, hatta kendilerinin yapamadıklarını yavrularının gerçekleştirmesi umudunu hep içlerinde taşıdıklarından, ellerinden geleni ardına koymadan çocuğa destek olurlar. Ancak bunu yaparken minik bireyin ruhuna verdikleri istemsiz zararın dışında bir de bilinçaltında çocuğun bağımsızlığını istememektedirler. Çünkü bağımsızlık aynı zamanda bir kopuşu ve rutinden çıkışı simgelediği için, her anne ve baba için aynı zamanda bir korku kaynağıdır. Yaşadıkları bu çelişki, duygulardaki iki ucun dengesine göre değişmekle birlikte, aile içi ilişkilerde bir yol belirler. Dengenin ne tarafa ne kadar kayacağı ise tamamen ailenin kendi iç çatışmasına kalmıştır. Tabi bu bahsettiğim aile modeli Doğu toplumlarında daha sık rastlanan, koruyucu modeldir.


*************************************************


Sonuç olarak toplumun yapıtaşı dediğimiz kurum bile bu kadar çürük temellere dayanmışken, bu kadar öznelken, bu kadar psikolojikken... Toplumun fikirlerinden, kalıplarından ve yargılarından ne bekliyorsunuz?

Ben hiçbir şey beklemiyorum.

İşte tam da bu yüzden şunu diyorum. Fitzgerald bu noktada haklıydı: çoğunluğu ve anne babayı kafaya takma.

Pazartesi

Tesekkurler

 Parcali bulutlu havalarin kizil gunesli gunbatimlarindayiz. Gunun en sevdigim saatini, kahvemi yudumlayip yagmurun degdigi topraga ve agaclara bakarak parca parca ruhuma indiriyorum. Kuslar sarki soyluyor bize ama kibrimizden eslik edemiyoruz. Daha kanatlarimiz yok ama -cussemizden herhalde- hepimiz dogaya karsi birer agir abiyiz. Iste buna cok guluyorum.
 Wes Anderson filmlerinden sempatik bir kare gibi su an hayatim. Melodramatik bir ask sahnesini sonlandirip ikindi cayina geciyoruz. Tatli kurabiyelerden yiyip cocuklugun kayip sarkilarini icimizde ariyoruz. Eh biz de iste boyle kalender yasiyoruz.
 Birazdan yuvama kapanip minik heykeller yapacagim ve yine onlarla huzurdan, dinginlikten ve hafiflikten konusacagim. Icimizde o kadar cok sey birikmis ki kavramlarin sozcuklere oturmasi belki biraz zaman alir.
 Bir hafta kadar once birbirimizi bir turlu anlamadigimiz ama tutkunun ve askin anlamini beraber kesfettigimiz bir adamla yollarimizi ayirdik. Ona hoscakal dedim dun gece son bir kadeh kaldirip. Ictik guzellestik, tum guzel adamlarla tum guzel kadinlarin serefine. Ve hatta tum guzel hikayelerle tum guzel bitislerin serefine. Bir de tabi ki guzellige...
 Yeni bir sayfa actim ust uste yigdigim gecmisime bir tebessum kondurup. Ozgurluk ve huzur en guzel iki icat bize miras birakilan. Ilki kanatli, ikincisiyse solungacli atalarimizdan. Ah tabi bir de yenilenme gucumuz, o da deniz yildizlarindan.
 Mutlulugun en guzel yani kimseye ihtiyac duymamasi. Varsa vardir, yoksa yok. Bu konuyu bana sorun cunku o sisli puslu depresyondan soyunmam bi iki ayimi aldi ama basardim. Ister bir erkekten, ister bir kadindan, ister bir cografyadan isterse kendi ailenden olsun, bazen ayriliklar da insana farkli kapilar acabiliyor. Ben de bu yuzden iste simdi buradayim.

 O zaman bunca laftan sonra simdi esas mevzuya gelelim: Tesekkurler guzel dostlar, arkadaslar, hayatimi teget gecmis ya da beni dikine kesmis insanlar... Tesekkurler bu yapimda emegi gecen tum tanrilar ve tanricalar...
Tesekkurler deniz yildizi. 
Kendinize iyi bakin ve eger okursaniz bir dahaki yazimda, ararsaniz telefonda, gelirseniz evimde ya da isterseniz de bir kafede, gorusmek uzere. 

Pazar

zaman

Uzun süre bir şeyler yazmak istemedim. Belki kalemim de göz pınarlarım gibi kurudu. Belki anılarımın sözcüklere dökülmeden önce bir kaç kere geçmesi gereken bir beyin kıvrımı vardı ve bugün o yol tamamlandı. İnsanın kafasını toparlaması için zaman gerekiyor.

Önce geçmişimin kırık bir parçasıyla konuştum. O benim kadar kırık değilmiş meğerse. Onu kalbimin en kuvvetli kasına, o istemeden koymuşum zamanında...Bir ara da bir dostla kafam durgunken bir sıkıntımı paylaştım, paylaşınca sıkıntılar da mutluluklar gibi artıyor mu yoksa? Bunu keşfettiğim gün belki 20 gün kadar önceydi. Anlattıkça detayları kuytularına kazıyan bir beyin var, ona ne kadar az mesai verirsen o kadar rahat yaşıyorsun. En azından üzgün olduğun zamanlar...


Stephane'ın rüyaları gibi bir dünya yaratmak istedim. Bu yüzdendi yokluğum. "Bu gece size rüyaların hazırlanışını göstereceğim. Herkes bunun basit bir iş olduğunu düşünür ancak zannettiklerinden biraz daha karmaşıktır... Gördüğünüz gibi, önemli olan: pek çok malzemenin hassas bir şekilde kullanılmasıdır... Önce rastgele düşünceler koyuyoruz... Sonra yaşadığımız günden bir kaç parça ekliyoruz... Veee bunları geçmişten yadigar kalan anılarımızla karıştırıyoruz... mmm... İki kişilik hazırlıyoruz: aşk, arkadaşlık, ilişki ve diğer baharatlar... gün içinde duyduğumuz şarkılar, gördüğümüz şeyler ve ayrıca kişisel şeyler..." 

Projem şuydu ki bunu rüyalara sınırlı değil de, boş vakitlerde kurulan hayallerle de yetinmeden, hani kafamızın içindeki, o kemikten zırhlarla çevrili tahtında rahat rahat oturup bize hükümler veren o kendini bilmeze öğretsek, bize orada bir köşe yaratmasını istesek ve istediğimiz kadar kalmak için de peşin fiyat ödesek fena mı olur? 
"Bugün arkadaşıma çok bozuldum, benim arkamdan nasıl böyle cümleler kurar?" dedikten sonra ilk bulduğu uçakla Beverly Hills'deki yazlığına kaçamayanlar ya da iş yerindeki stresinden bunalıp aklına geldiği saniye Sheraton'da masaj yaptıramayanlar için böyle masrafsız ve sessiz bir köşe çok daha avantajlı olacaktı...Ve sonra... Sonra kendime böyle bir yer inşa ettim. Duvarlarından "Why am I me and not someone else? In chess, it's called Zugzwang when the only viable move is not to move."  yükselen, minderinde oturup Mr. Nobody ile çay içebileceğim bir yer... Geniş bir penceresi var dışarıda yağan karı izlediğim... Yoo kesinlikle uçan kamera misketlerden yok, huzurlu bir yer orası.
Doğduğum günü, zamansız kutlamak istediğimde pastamı üfleyip Aronofsky ile paylaşacağım, girmek için ölseler de Çiçikov'ları, Oblomov'ları, Raskolnikov'ları ve daha bir çok'ovlarını sokmayacağım bir oda orası. Kanepesinde pinekleyip yeterince dinlendiğimi hissettiğimde dışarı çıkabilirim. 
İzlediğim filmleri 'en fazla iki kere' ya da 'baştan sona' kuralı olmadan dilediğim sırada hatırlayabilirim. Kahramanlarımı davet edip satranç oynayabilirim. 
Yani ben orada ben olabilirim...
Ve bir boyutta solmayabilirim. Bilirsiniz dünya masumiyeti kaybettirir.
Ahh beyin... 


Yaşam sıkıcı ama verilen bir şansı kullanmadan edemez insan. 
Zaman tükenmeye meyilli ama onu sömürmeden gitmez insan.

"Büyük patlamadan önce ne vardı? Önce hiç bir şey yoktu. Büyük patlama öncesini biliyorsunuz. Zaman yoktu. Zaman, evrenin kendiliğinden genleşmesinin sonucudur. Fakat evrenin genleşmesi bittiğinde ne olur? İşleyiş tersine mi döner? Zamanın doğası ne olur?
Eğer, gerilim teorisi doğruysa evren, 9 uzaysal boyutla, bir geçici boyuta sahiptir. Şimdi düşünelim...Başlangıçta tüm boyutlar birlikte kıvrıldılar ve başlangıç patlamasında 3 uzaysal boyut olan yükseklik, genişlik ve derinlik ile zaman dediğimiz tek geçici boyut dağıldılar. Geri kalan diğer 6 küçük boyut bir arada kaldılar. Eğer tek boyutlu bir evrende yaşasaydık...Nasıl ayırt edebilirdik illüzyonla, gerçeği? Bildiğimiz zaman bir boyut olarak, tecrübelerimizle yalnız tek yönedir. Fakat, ya yapay bir boyut varsa, uzaysal olmayıp geçici olan?" dedi Mr. Nobody. ben de ona teşekkür ettim. Çünkü öldükten sonra belki de kimse küllerimizi Mars'a gömmeyecek... Mutsuz olma riskini göze alamam.

Bu da benim odamın gerekçesiydi işte... Benim şu an bulunduğum boyutta hissedemediğim diğer boyutumun beynimde tuğlalarla örülmüş biçimi. Pişman olmadan diğer seçeneklerimi yaşayabildiğim özgür dünyam, oyun alanım.

Saygılarımı sunarım.





2012

Bir kız ve erkek hakkında


Kız

 Sempatik olduğu kadar utangaç bir kız tanırdım eskiden. Hayata karşı o kadar çekimser kalırdı ki, bir salyangozun anılarında bile yaşadığını sanabilirdiniz. Konuşmak onun için biraz lükse kaçardı, hayattan küçük tebessümler ve ince tecrübeler çalardı. Vanilya kokardı ve ne zaman size baksa iri yeşil gözlerinin ışıkla dans edişini seyredebilirdiniz.
 En temel özelliği çok sağlamcı olmasıydı. Mesela amaçladığı yerden hep bir durak önce inerdi. Elbiseleri de hep bir beden büyüktü. Çok korkardı kaybetmekten. Hatta bir erkekten çok etkinlendiği bir zaman aralığı vardı. O zamanlar kalbinin gerçekten güçlü attığını da söyleyebilirim, defterinin arkasına bir şeyler karalamıştı:
"Bu çok daha güzel bir duygu. Çok değer verdiğin insanı, zamanla eskiyip lekeleri gözüne batınca çöp kutularına bırakmamakla ilgili bir şey. Çünkü ilişkilerin bedenleri küçülür ama dostluk hep standarttır."
Bu yüzden çok değer verdiği insanları kokulu deterjanlarla yıkar, naftalinlerle saklardı yakın arkadaş raflarına. Hayatı, sevdiği erkeklerin uçup gitmesini önlemek için aşık olmayarak geçti. Olursa da unutacaktı.
Denklem basitti.
Aslında hep korkmuştu yaşamaktan. Eğer güzel vakit geçirirse hemen biterdi sanki saniyeleri, hesabının hemen kapanacağını düşünüp irkilir daha yavaş hareket ederdi. Anları daha sıkıcı olsun da saatler tazı gibi geçmesin diye de pek düşünmezdi.
O hayatında lunaparka bir kere bile gitmemiş, palyaçolara hiç gülmemişti. Balonları bir bir patlatmış ama hiç eğlenmemişti.
Her doğum günü partisi sonrası takvime bakıp bakıp hüzünlenirdi.
Her hücresi birbirinden yalnızdı aslında, belki biraz da bu yüzden iletişim kuramıyordu hayatla.

.......

Erkek

Geçmişinin ipleri davranışlarını yönetir, buna da bilmeden izin verirdi. Mutsuzdu o çoğu zaman, siz bilmezsiniz. Hoş ben de bilmezdim dünyasını tanıyana kadar. Yalnızlıktan çok korkardı. Sanki karanlık ve derin bir mağarada hapsolmuş gibi hisseder, yalnızlığın huzurlu hamağında uzun süre sallanamazdı.
O çok iyi bir erkekti aslında.
Türlü türlü vanilyalı kekler, tarçınlı kurabiyeler ve çikolatalı pastalar yapmayı çok severdi. Yaptıklarına o kadar özenirdi ki sımsıcak hamuru kabarıp evi güzel kokular sardığında bile kekini yemek istemezdi, kurabiyeler fırının üzerinde süslü tabaklarda bekler, pastaları hüzünlü biblolar gibi yemek masasının üzerinde poz verirlerdi.
Kaybetmekten çok korkardı. Düzeninde yalnız kalmak yoktu, hayır imkanı yoktu öyle tek başına yapamazdı. Evinde televizyonunun sesi hep açıktı mesela, ya da arkadaşlarıyla olmadığı günlerde bir kadına sımsıkı sarılır, o gece onsuz uyuyamazdı.
Ailesi onun yanında pek olamamış akşam yemeği sofraları dışında. Okula gidene kadar hep bir köşede arabalarını birbirine kendi çarptırmış, legolarını kendi bozup oynamış. Biraz daha büyüyünce de hayatın sert tokatlarını yemekten sıkılana kadar her köşe başında inatla birilerine sarılmaya çalışmış, terk edilmemek için yalvaran bakışlarla. Ve neyden çok korkarsanız o olur, o da hep üzülmüş.
Nasırları duygusal ilişkilere son vermekle artık acımaz olmuş, yeni yaralar açılmamış ruhunda. İnsanlara değer vermezse onlar gidince ağlamazmış, o da kendi hayat denklemini böyle kurmuş.

......

Bir gün iki korkak insan bir otobüste karşılaşmışlar.
Kızın yeşil bakışları erkeğin göğüs kafesini delmiş ama kan akmamış. Kalbini uzun süredir kullanmadığı için artık orada nabız ritminden başka yaşam belirtisi kalmamış zaten.
Erkek ona yere düşürdüğü kartını vermiş. Kız almış ama ellerinin hissettiği tatlı bir sıcaklık olmaktan çok uzakmış. Ellerini mağaza vitrinlerinde unuttuğunu hatırlamış.
Erkek ona yol vermiş. Kapıya doğru ilerlerken bile kızın kokusunu alamamış, çünkü burnunu dün uyuduğu kızda bırakmış.
Zamanperest kız da ineceğinden bir durak önce inmiş zaten, yine kendi durağını kaçırmaktan korktuğundan, yine kaybetme korkusundan...
Aslında ne zaman ne hayat ne de insanlar, onları yitirmekten korktuğun için sana normallerinden daha müsamahalı davranmazlarmış. Takvimler ilerlemeye devam eder, insanlar durakları geldiğinde iner, vanilyalı kekler soğur, giysiler eskirmiş... Kurallar böyleymiş.


2013

Salı

Kabugun ici

Ruhu kuflenmis insanlar gordum, kimileriyse sorumluluklarini bir pranga gibi bileklerinde tasiyordu. Kimi sokaklardan gectim, kaldirim taslari yasli disler gibi yamuk yumuktu. Hayatlarini cigerlerine cekemeden ufleyen insanlarin mahallesindeydim o zamanlar. Oyle ki, zamanin izmariti tirnak diplerine kazinmisti, ziftti zehirdi her yer. 
O yoktu daha, gormedi hic birini. Ruhu temizdi hala, yarasizdi cigeri. Curuk insanlarin kokmus ayak izlerini takip etmesin diye baska bir yere goturdum onu. Sekerden bulutlarin gokyuzunde asili kaldigi, sicak sarap akan irmaklarin altinda deniz kizlarinin yikandigi sehre... Yerden bir demet umut aldim, guvercinlerden de bir beste. Ona ic kiyici savaslardan, analarin gozyaslarindan, duzenbaz dolandiricilardan bahsetmedim. Ona acliktan, yokluktan, ic dondurucu soguklardan, delici acilardan, zehirli kiskancliklardan, intikamdan ve hinctan da hic soz etmedim. 
Ona korktugunda saklanmasi icin bir deniz kabugu ve gok gurultulu gecelerde dinlemesi icin biraz dalga sesi verdim sadece. 
Sonra da dondum yine curumus insanlarin kokusmus sehrine.

Çarşamba

Yil kekim

Bugun mis kokulu bir pastaneden bir tane yil keki aldim. Kocaman bir agacin altinda oturup kucagimda onu ozenle dort esit parcaya boldum. Tam dort esit parca, ne bir dilim eksik ne bir dilim fazla. En lezzetlisini, sonbahari, tabagima koydum dikkatlice. Agzim onu tek hamlede mideye indiremeyecek kadar kucuk oldugundan otuz esit parcaya boldum pir pir carpan yuregimle. Gunlerden dirim gucu en yuksek, en zindesini secip en tatli saatini serptim uzerine. Hayat her zamanki gibi cok anlamli. Kekim bittiginde cebimde yenisini alacak kadar umudum var ve eger o da biterse agzimda kalacak enfes bir tat... Ama icimden bir ses omrum boyunca daha en az altmis lezzetli kek yersin diyor. 
Kelebekler kanatlarindan tane tane tozlar serpiyorlar yeryuzune ve yuzume. Minik yavru bitkiler topragin nemiyle gelistiriyorlar kendilerini ve beni. Uzaklardan bir melodi caliniyor kulagima, bir tane agustos bocegi.
Ne de guzel sesiniz var bayim sizin oyle! Herkesin bir hikayesi vardir siz de anlatin kendinizinkini... 
Sesiniz mi kisikti once? Ama nasil olur bu guzel ezginin kaynagi gayet saglikli. Evet havalar sogukken usutmeye gelmiyor biliyorum siz sahne sanatcilarinin biricik ekmek kapisini!
Iki kisik sesli agustos bocegi birbirlerine mirildanip melodilerini, birlikte vermek istemisler konserlerini. Ama sonra minik ses tellerimizi tamir edip oyle devam edelim sarkilarimiza demisler. Bu kararin bir urunuymus su anki ezgisi...
Pardon belki kabalik olacak ama nerede acaba diger agustos boceginin kendileri? Simdilik gitti dedi, ama bir gun belki yeniden soyleyeceklermis ezgilerini.
Bir kelebek goruyorum beyaz kanatlarindan isiklar gece gece cicekleri aydinlatan. Golge, isik israfidir yapmam ben oyle sey diyor. Soyle diyorum nedir hayalin? Bana gulumseyip en guzel ciceklerden en guzel polenler isterim, ben de birnevi bir ebeveynim, diyor.
Gokyuzune bakiyorum onlarca kus kirita kirita ucuyorlar. Ah diyorum havanizi yesinler! Bulutlara hic sozum yok zaten onlar bilirler kendilerini yormadan caka satmasini. 
Bir sonbahar gununun en guzel saatindeyim, tum duyularimi acmis kendimi topraga birakiyorum.
Kekimin en guzel dilimindeyim, acelem yok iste yavas yavas yiyorum.

Kadın, erkek ve çocuk

21.yüzyılın içinde inatla kendine yer edinmeyi başaran distropik bir cehennemde yaşamaktayız. İçinde bulunduğumuz bu korku toplumunda iki t...

Haftanın en çok okunanları